18 Aralık 2009 Cuma

Sihirsiz ‘Sinir’bazlar


Düşünceye ‘düşman’ insanlar yaratıyoruz.Sadece iddia edip ispat etmeden darağacına götürüyoruz insanları.Çünkü bu yapabileceklerimiz içindeki en kolay ve kestirme yol.Kendimizi başkalarının yanlışları ile rahatlatıyoruz.Hepimiz düşüncelerimizin tutsaklarıyız.Şehrin dört yanına panayırlar kurulur, birileri ezberledikleri sözleri halkın yüzlerine savuştururlar.Bu sözler hep havada kalır, kulaklarımızda yankılanır.Dünyanın o insanların etrafında döndüğünü düşünürüz, dünya bizim içinde dönerken.Gönüllü uşaklar arar kendilerine bu dünyada baki kalacağına inananlar.Bir elinde güneşi bir elinde dünyayı tuttuklarını söylerler bize.Biz inanmayınca öfkelenirler, tükürükleri saçılır yüzlerimize.Bize vaad ettikleri her şeyi kendileri için gerçekleştirirler. Bizim için ise şapkadan tavşan bile çıkarmazlar.Sonra kayboluverirler kendi yarattıkları karanlığın içinde.Yüzlerini görmezsiniz, seslerini duymazsınız.Biz tam bitti derken, panayırda başkaları görünür.Aynı kıyafetler,aynı sözler ve aynı yalanlar.

Neden sinirlendiklerini düşünürüz panayıra her çıkan insanın.Bize neden böyle baktıklarını.Uzman psikolog Dr. Michael Sinclair, önemsiz olaylara aşırı tepki gösteren insanların esas olarak kendilerine ve çevrelerine güven duymayan kişiler olduğunu söylüyor. Sinirli insanlar karşılaştıkları her olayı kişisel bir tahrik olarak değerlendirme eğiliminde oluyorlar. Bu kişiler ‘önlerine çıkan herşeyi’ zaten hassas durumda olan egolarına yönelik ağır bir tehdit olarak algılıyorlar.

Yukarıdaki paragrafta yazılanlara göre bizi de tehdit olarak görüyorlar.Bütün bunların sebebi bizmişiz demek ki.

Düşmanlarımızdan hep kötü şeyler bekleriz.Oysa onlar bizim kendimizi tanımamızı sağlar.Ne yapacağımızı,ne istediğimizi.Düşmanlarımıza bir teşekkür borcumuz var.

İyiler kötüleri suçlar, kötüler iyileri.Suçsuzlar suçluları suçlar, suçlular suçsuzları.Susanlar susmayanları suçlar, susanlar susmayanları.

Çünkü artık herkes haklı,herkes kahraman!

8 Aralık 2009 Salı

Terörle müzakerenin sonucu..



Ne yazacağımı bilmiyorum, çok doluyum.Suçlular gülerken olan bitene,benim içim kan ağlıyor.Teröristle mücadele yerine müzakere etmeyi seçenler bu yanlışlarının bedelini her zaman ki masum insanlara ödetiyor."Analar ağlamasın" diye başlatılan süreç, analarımızın gözyaşlarının tükenmesine neden oluyor.Serap'ın yerinde sizde olabilirdiniz, kurs çıkışı evinize gitmeye çalışırken atılan molotof kokteyli ile ne olduğunu bile anlamadan vücudunuz ve gelecek hayalleriniz yanabilirdi.28 gün dayanabildi Serap yaşadıklarına.Az önce bayrağa sarılı tabutunu gördüm, metrekare hesabı yapıp olay çıkaranlar soruyorum size Serap'ın yerinde olmak ister miydiniz?

Ve 7 şehit haberi geldi dün Tokat ilinden.Ülkede bunlar yaşanırken birileri Abd'deydi.Ülkenin geleceğini pazarlıyordu, pek bir keyifliydi.7 şehit verdik dedik "provakasyon" bunlar dedi.Sustum, konuşamadım...

6 Aralık 2009 Pazar

Bir anne...



Yer:Viyana
Ernst Haas'ın makinesinden bir kare. 2.dünya savaşı bittikten sonra oğlunun akıbetini merak eden bir anne.Ben şu anda bu futoğrafı yüklerken blog'a arkaplanda tesadüfen Yann Tiersen'den Sur Le Fil çalıyor.Biliyorum, daha da bir iz bırakacak bende ve bırakmaya devam edecek bu fotoğrafa yüreği ile bakan her kişide.

1 Aralık 2009 Salı

Bir çocuğun gözlerinden...




Rüzgarı çarpıyor hayatın yüzümüze
Güneşin hayaliyle ısıtıyoruz içimizi
Bekliyoruz o güne kavuşmayı
Gelecek biliyoruz.
Bir çocuğun gözlerinden dünyaya bakıyoruz
Karanlığı değil, gökkuşağını seçiyoruz
Umut ektik toprağa
Şimdi yağmuru bekliyoruz..

30 Kasım 2009 Pazartesi

Ömür boyu konuşmama hakkına sahipsin!


Böyle bir hak var evet, bize söylenmiyor.Hatta hak değil bir dayatma bu bize.Siz hiç susanın başına bir iş geldiğini gördünüz mü?Kabahat hep konuşandadır.Hemen yazılır adınız tozlu tebeşirlerle tahtaya, yanına da bir kaç çarpı atılır, toplum karşısında teşhir edilmiş, fişlenmişsinizdir.Nerede bir konuşan varsa suçlu odur, susturun onu!

Doğdumuz gün ile öleceğimiz gün arasındaki günler kadardır bütün yaşadıklarımız ya da yaşayamadıklarımız.Zaman, hayat maratonunda büyük atar adımlarını finiş çizgisine bir an evvel varabilmek için ve sonunda mağlup olan hep biz oluruz.Durumun ciddiyetini asla farkında değilizdir, hep gelecek için planlar yaparız.Ama o planları bir türlü uygulayamayız.

Hayatlarımızı sabıkalı insanlara emanet edip, güven bekleriz onlardan kendi yarattığımı korkularımızı yenebilsinler diye.Herkese aynı reçete yazılır.'Genetiği değiştirilmiş düşünceleri' büyük boy enjektörlerle damarlarımızdan içeri sokarlar,bizim kendilerinden güven beklediklerimiz.Uyuşuruz,konuşamayız.Pollyanna can bulur ruhumuzda, bir ömür boyu durur o sahte gülümseme suratımızda.

Tüm gördüklerimiz ve bildiklerimiz Tv'nin içinde dönen oyunlardan ibarettir, oysa dışarda bir dünya dönmektedir bizden habersiz.Hiç merak etmeyiz o dünyayı, edenlerin ismi tahtada yazılıdır zaten.Korkarız bir adım dahi atamayız.Etrafınızdaki herkes böyledir, geri kalan bütün insanlar da..

29 Kasım 2009 Pazar

Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar!





Yaşar Kurt'un bir şarkısında geçer bu cümle..
Küçükken dinlediğimde, anlamamıştım elbette.
Şimdi ise Yaşar Kurt ile bağıra bağıra söylüyoruz şarkının bu kısmını.
Bu şekilde olmak zorunda mı her şey?
Elimize yapışan cep telefonlarımız, hayatımızı dizilerin saatlerine göre ayarlamamız.
Bizi bunlara bağımlı kılan şey nedir?Kendimiz.
İstersek 'madde bağımlısı' olmaktan vazgeçebiliriz.
Zihnimizi meşgul eden ne çok şey var düşünsenize.
Bir de bizi ne kattıklarına bakın, koskoca bir hiçlik.
Diziniz bırakın kaçsın, kaçan hayatınız olmasın.
Zeitgeist belgeselini izlediyseniz eğer şöyle der bir bölümünde:
"Çok fazla düşünmenizi istemiyorlar.Bu yüzden ülkemiz ve tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle medyayla, televizyon programlarıyla,lunaparklarla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi,insanların zihnini meşgul tutmak için.Yani çok fazla düşünmeniz,önemli insanların işine gelmiyor.Uyanmanız ve anlamanız gerek ki,hayatınızı yönlendiren insanlar var,ve siz bunun farkında bile değilsiniz.Çünkü sizin tek gerçeğiniz bu ekranda gördükleriniz.Şu an dışarda bu ekranda gördükleri haricinde hiçbir şey bilmeyen koskoca bir nesil yaşıyor.Ve televizyondakilerin gerçek,kendi hayatlarınızın ise hayali olduğunu düşünmeye başladınız.Televizyon ne derse onu yapıyorsunuz.Onun gösterdiği gibi giyiniyorsunuz, onun gösterdiklerini yiyorsunuz,çocuklarınızı onun dediği gibi yetiştiriyorsunuz, hatta onun istediği gibi düşünüyorsunuz...Tanrı aşkına, sizler gerçeksiniz,hayali olan biziz!Perdenin arkasındaki adamların istediği en son şey,bilinçlenmiş ve düşünme yetisine sahip bir toplum.İlginizi dağıtmak ve sizi herşeyden habersiz bırakmak istiyorlar."

Ayağa kalkıp alkışlanacak bir tespit, her cümlesi yüzümüze indirilen bir tokat.
Bizi kendine esir eden şeylerden vazgeçmeliyiz.

Hemen şimdi !


En kötüsü de annem televizyonu hala kapatmıyor!

26 Kasım 2009 Perşembe

Laissez faire, laissez aller, laissez passer



Sevmem 24 Ocakları ve o tarihte alınan '24 Ocak' kararlarını.

Hem Uğur Mumcu'yu alıp götürdü aramızdan, hem de Demirel'in ve Özal'ın Imf'ye daha çok hizmet verebilmek, ülkemizi daha çok sömürmesinin önünü açmak için aldıkları kararların altına yakışıklı imzalarını attıkları tarihdir.Karma ekonomiden "serbest piyasa ekonomisine" geçmenin mutluluğunu yaşadılar hep beraber Özal ve demirel.Özelleştirme ile kamu kesimi küçültülür, yabancı sermayenin ülkeye girişi kolaylaşır, faizi devlet değil arz-talep belirler.24 Ocak'ta yapılan % 48.9 oranındaki devalüasyon ile, bir dolar 70 türk lirasına tekabül eder hale gelir.

Rahmetli Uğur Mumcu 24 Ocak kararları için şöyle der:
"24 ocak kararları, kurulu ekonomik düzeni büyük ölçüde değiştirmeyi amaçlamıştı. ama böylesine köklü bir değişimin gerektirdiği hukuksal düzenlemeler zamanında yürürlüğe konmuş değildir. serbest piyasa ekonomisine ya allah!.. diye dalınmıştır. kapitalizmi biz pek alaturka uyguluyoruz; alaturka kapitalizm dediğimiz de budur. ne yasası düşünülmüş, ne kararnamesi, ne tebliği!.. önüne ardına bakılmadan, el yordamı ile uygulanan liberal kapitalizm düzeni... nihavent makamında kapitalizm!.."

(kaynak: cumhuriyet, 23 haziran 1982, alaturka kapitalizm...)

Türkiye birileri için 'açık pazar' haline getirilmek isteniyor, buna birileri tarafından çanak tutuluyordu.

David Ricardo ve Adam Smith liberal iktisatçıları serbest piyasa ekonomisini şöyle tanımladılar: “Malların serbest dolaşımı ve tam rekabet, ekonominin (yani üretim ve bölüşümün) en iyi şekilde işlemesini sağlayacak temel kurallar olmalıdır. Tüm mallar tüm dünyada hiçbir sınır tanımaksızın gezebilmeli ve bu sayede her bir üretici rakibinden daha çok satış yapabilmek için daha iyi malı çok daha ucuza üretmenin yollarını aramalıdır. Böylece biz tüketiciler de istediğimiz her malın ‘daha kalitelisini’, ‘çok daha ucuza’ tüketebiliriz. Yani refah toplumuna bir adım daha yaklaşabiliriz.”

Refaha ulaşıldı mı peki?

Cevabını siz verin..





Dipnot:Başlığın anlamı."bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler, dünya kendini idare eder"

25 Kasım 2009 Çarşamba

Narsisizm yeniden yazılıyor..


Damarlarınız derinizin üstünde patlayacak gibi görünüyor, neden bu sinir?
Hem sonra nedir bu acelecilik, hangi sözlerinizi bitiremediniz de kimin peşinden koşuyorsunuz?Neyin hesabını kimden soruyorsunuz?Çölün ortasında su arayıp bulamayınca masmavi gökyüzüne tükürenler, sizler değil misiniz?Kitap okuyormuşsunuz ama altlarını çizdiğiniz cümleler hep sizden bahsediyormuş, şaşırmadım.Düzenlediğiniz, düzenlemeye çalıştığınız her şey elinizde patladığı için küfür alışmış dillerinize.Yaptığınız serzenişler bir kulağımızdan girip öbür kulağımızdan salına salına çıkıyor haberiniz ola.Sakın ola ki,’insanlık’ çalışıp didindiğiniz söylemeyin, insanların üstüne basıp yürürken..
Kendi ellerinizle kökünden kopardığınız ağaçlarla, hem havamızı çaldınız, hem de salıncaklarla gökyüzüne ulaşabilme şansını çocuklarımızın.Siz kirli eller için piyon olmayı seçebilir, hayatınızı bu yönde ilerletmek ve kullanılmak isteyebilirsiniz ama başkalarını buna zorlayamaz, bu durumdan ötürü kınayamazsınız. Yaşlanıyorsunuz, sözcüklerinizde öyle.
Alışkanlıklarınızı başkalarına alıştırmaya çalışmayın, boşa vakit harcamak için başka uğraşlar bulun.
Lütfen artık ya susun yada rol yapmayı bırakıp kendiniz olun..
Çünkü bu daha ‘dürüstçe’ olur!

19 Kasım 2009 Perşembe

Bilgiye ulaşmak için..

Öznel ve nesnel koşullar içerisinde salt bilgiye ulaşabilmek için ne yapmak gerekir?

Empirist görüşe göre insan bilgisinin tek kaynağı deneyim yada duyumdur.
Rasyonalist görüşe göre ,bilginin kaynağı akıldır.
Pozitivist görüşe göre,bilgiye bilim aracılığı ile ulaşabileceğini savunur.

İlkçağlardan beri bilgiyi arayan ona ulaşmayan çalışan yüzlerce filozof ve savundukları görüşlere paralel ortaya çıkan yüzlerce felsefi akım.

Sürekli sorgulayan,cevaplar arayan doğumdan ölüme kadar septisist bir dünya görüşü içinde olan filozoflar,21.yüzyılda yaşadığımız bu dünya düzenini görseler acaba ne yaparlardı?

Ekonomik,sosyal ve kültürel alanda dibe vurmuş dünya toplumları kurtuluş olarak diğer ülkelerin kendilerine yazdığı reçeteleri harfi harfine uyup,geçmişlerini değil belki ama geleceklerini kurtarmayı beklerken, içinde yaşadığımız tarihsel süreç hiç olmadığı kadar aleyhimize işliyor.

İnsanoğlu tarafından yaratılan endüstri toplumu,insanların yarattıkları düzenin köleleri haline getirmiş,toplum bir yandan kentlileşirken diğer tarafından fakirleşmiş,küçük işletmeler yerini fabrikalara bırakmış,geçim ekonomisi ortadan kalkmış yerine üretim ticarileşmiştir.
İnsanlar toplumsal sorumluluklarından kendi payına düşeni canlarıyla ödemişlerdir
Birincil politik değer,insanın insanı sömürmesi olmuştur.

Savunulan ideolojiler bir bıçak kadar keskinleşmiş insanların arasına derin bir çukur açmış.
İlkçağdan 20.yüzyıla kadar bilgi değer görürken , içinde bulunduğumuz çağda bilginin tanımını bile yapamıyoruz.

Ellerinde ezoterik bir metinle kendini kral ilan edip perdenin arkasından yüzünü hiç göstermeyen kişiler kim?
Dünyayı kim yönetiyor?

17 Kasım 2009 Salı

Mirasımız..

Değişiyorum.Yaşananlarla,insanlarla ve gördüklerimle beraber.Kendime bir pay çıkarıyorum ,kendi hesabıma düşeni kabul ediyorum.Ve belli bir süre geçtikten sonra her şeyin dışına çıkıp bir de o gözlerle bakıyorum.Üzülüyorum,benden başka herkesin değişmediğini görünce.
Örnekler çoğalıyor,çember giderek büyüyor ve yeni bir günün sonunda yine her şey aynı kalıyor.
Geçmişte zamanında soramadığımız, söyleyemediğimiz o şeyler hep içimizde birikiyor.
Büyüyor o içimizdeki yara.
Ve her düşündüğümüzde kanıyor durmadan.
Bizden sonrakilere miras olarak çürümüş bir dünya düzeni bırakacağız.Ve bunu onlara medeniyet diye satacağız.

Düşüncelerimizin arasına kök salan,bizi kendine köle eden,buhranlı zamanlarımızda bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan paradokslardır o içimizde büyüttüklerimiz.

Ayrı uçlarda duran, gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan düşünceleri birleştirir ve onlara inanırız.Dogmalarımız hayatımızın en güzel yerine kurulurlar.

Düş kurmayız, başkalarının düşlerini çalarız.Zamandan ve düşünce gücünden tasarruf ederiz.Alnımızdaki “hırsız” yaftasıyla yaşarız.Kendimizdeki kusurları görmeyiz başkalarının kusurlarına odaklanmışken…

Ben bir sokak köpeğiyim..

Sokakta gördüğünüz ve bana tiksinerek baktığınız köpeklerden biriyim.
Ne annemi tanımıyorum ne de babamı.Sokaklarda doğdum sokaklarda öleceğim.
Arkadaşlarımın bir çoğunu öldürdüler,kimini zehirleyerek ,kimini döve döve.
Eskiden beni seven insanlar şimdi beni dövüyorlar.Ben ne yaptım ki onlara?
Geçen gün iki adamın benim hakkında konuştuğunu duydum.
-"Bunların hepsini toplatmalı"dedi.Diğeride bunu başıyla tasdik etti.
Neden istemiyorlar ki beni,benim kime ne zararım var?
Asıl insanlar birbirlerine zarar vermekten hiç çekinmiyor.
Benim tüm derdim karnımı doyurmak,benim insanlar gibi peşimden koştuğum ideallerim yok ki.
Zaten olmasında istemem,beni bu kadar duygusuz yapacaksa.
Beni gönülden seven insanlarda yok değil ama o kadar az ki.
Beni şirin bulup başımı okşayan insanları gerçekten seviyorum.
Kedilerle de iyi anlaşıyorum söylenenin aksine.
İnsanlar bizi dostluğumuz parmaklarıyla gösteriyorlar sanki bir mucizeymiş gibi.
İnsanlar bir garip zaten,kendilerini eve kapatıp sonra özgürlük için kendilerini dışarı atıyorlar.
Yeni buluşlar,yeni kaynaklar yaratıp "medeniyet" denilen şeyi geliştiriyorlar,
büyütüyorl
armış.
Ama bakıyorum da insanlar daha hasta,daha mutsuz ve daha sinirli.
Gerçekleri mecaz anlamlarda,aydınlığı karanlıklarda arıyorlar.
Ahengi bozuldu bir kere dünyanın,eskisi gibi olmaz olamaz.
Zırhlı araçlar,güzel şehirleri harabeye çevirirken ve bunu destanlaştırıp adına kahramanlık derken,bütün suçlu ben miyim yani?
Bu koca dünyada bir fazlalık ben miyim?
Birbirlerine asıl zarar veren insanlar. Bunu görmek için benim gibi bir sokak köpeği olmanıza gerek yok,olmayın da zaten her gün öldürülme,dayak yeme korkusunun yanına bir de açlık eklendi mi hiç de çekilmiyor bazen bu hayat.

Hangi Dünya?



Haşaratı bol olan bir dünya burası.Rutubetli,küf kokan bir dünya.
Hepsini yokedemediğimize göre onlarla yaşamaya alışıyoruz.
Ürkütmüyor ama tiksindiriyor,midemizi bulanıyor ve kusuyoruz kinimizi yanlış insanlara.
Kırık bir aynaya yansıyan yüz gibi birden fazla kişiliğimiz var.
Hangisi uygun gelirse onu takıyoruz.
Kulaklarımızda çınlıyor sahipsiz çığlıklar,haykırışlar.
Kekeliyoruz şahit bırakıldığımız durumlar karşısında.
Bir komutan gibi parmağımız nereyi gösterirse onun bizim olmasını istiyoruz.
Hep “benim“ diyoruz,bize ait olanlar arttıkça gururlanıyoruz
Anlamı bilinmeyen kelimeler gibiyiz.
Hayat sözlüğünde hiçbir karşılığımız yok.
Söylediklerimiz ve yaptıklarımızı aynı teraziye koyunca hep biri daha ağır oluyor,
ikisinin arasındaki dengeyi bir türlü sağlayamıyoruz.
Bu dünyanın figüranlarıyız biz, maestronun kim olduğu belliyken.
İskelenin bir ucunda biz ,diğer ucunda sevmediklerimiz.
Yollarımız mutlaka kesişiyor diğer tarafa geçmek için.
Ne garipdir ki birileri tomar tomar para harcarken
Birileri tomar tomar gazete arar çöp kutularında para kazanmak için.
Yaşadığımız dünya böyle bir yer işte..
sefahat ve sefalet üvey kardeşleri birbirlerinin,aynı dünyada can bulan.
Kimin payına ne düşüyor bunu ancak yaşayan biliyor.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Bildiğimizi okumak

Çok fazla 'düşünce kirliliği' var.Bizim gibi düşünmeyen insanları etrafımızda istemiyoruz.Yargıç gibi cübbelerimizi giyip,sanık sandalyelerine başkaları oturtuyoruz.Bu çok ciddi bir durum.
Kimse kimseyi dinlemiyor, "miş" gibi yapıyor sadece.Beni asıl korkutan bu.
Hayatı daha hızlı yaşayıp,daha az şey öğreniyoruz."Saygı" denilen davranış tarzına asla sahip olamadık.Çok hoşumuza gitti başkalarının hayatları hakkında atıp tutmak..
Biraz kendimizi dinlemenin zamanı şimdi..

15 Kasım 2009 Pazar

Başka boyuta geçmenin en kestirme yolu..


Pain of salvation grubunun 'Ending Theme' şarkısı.
Şarkıyı duyduğunuz andan itibaren görünmez el sizi bu dünyadan çekip çıkarıyor sanki.Her dinlediğinizde tekrar ediyor kendini bu durum.Müziğin insan üzerindeki en etkili yöntemi,sizi kendine bağımlı yapmasıdır.Bizde müziğe bağımlı insanlarız..Yeni gruplar,yeni müzikler,yeni sözler keşfediyoruz,sonu olmayan yolculukta ufak ama emin adımlarla ilerliyoruz.Şarkıya geri dönersek eğer,dinleyin ve dinlettirin derim..

14 Kasım 2009 Cumartesi

Büyükler herşeyi bilir?

Böyle söylenirdi bize küçükken.Boyumuzdan büyük sorulara verilen yegane cevaptı "Şişşt,sus bakiyim sen,büyükler herşeyi bilir."

Sonra büyüdük,başka pencereden baktı dünyaya.
Gördük ki,büyükler hiçbirşey bilmiyorlarmış.
Hayal kırıklığına uğradık..
Bu muydu o öve öve bitiremediğiniz 'dünyanız'?
Şimdi anlıyorum neden çocukken bizi susturduğunuzu.
Çünkü verecek cevabınız yoktu ve hala yok.

Kapitalizm Ölmemiş...

Kapitalizm Ölmemiş...

"Kapitalizm hâlâ hayatta ve harika bir şey..." diyor Bill Gates.

Okuduğumda haberi,şaşırmadım aslında.Kapitalizm'i sahiplenmesi,ideolojik olarak harika görmesi bir şirket sahibi için çok normal.Ama takıldığım bir kaç nokta var.Bill Gates şunları da
söylüyor:
"Yeni bir kapitalizm gelişmekte olan dünyaya yarar sağlıyor. Yoksullara yönelik projeler geliştirmek zorundayız. Kapitalizm kâr ve yoksullara yardımı birleştirmek zorundadır. Yaratıcı kapitalizmde bir başka rol de hükümetlere düşüyor. Yarın kahve üreticileri için bir proje başlatılacak. Böylece çiftçiler nasıl daha fazla üretim yapabilir. Bu sağlanacak. Fakirler eğitim, sağlık ve teknolojiden yeterince yararalanamıyor. Microsoft olarak daha fazla insanın bilgisayar teknolojisiyle buluşması için çalışıyoruz."

Yuh derler adama.Kapitalizm değil midir sınıf farkını yaratan,bu uçurum her geçen gün daha da büyüten?Fakirler eğitim,sağlık gibi hizmetlerden yararlanamıyorsa eğer bunun sebebi o savunduğunuz ideolojidir Bill Gates bey!İşsizlik,ekonomik buhranlar,enflasyon gibi insanları
çıkmaza sürükleyen sizin sahiplendiğiniz ideoloji değil midir?

"Kapitalizm ölmedi" diyen Gates'e son bir lafım var..

"Kapitalizm ölmez,öldürür"

Bkz.Dünya Tarihi

Heavy Metal vs. Pop müzik(!)


Ufkunun sınırları sana bağlıdır.Gördüklerine,okuduklarına ve yaşadıklarına.Konuşmayı icraat sananlar var.Başkalarından duyduklarını birebir başkasına anlatarak arada aracı olmayı kendine görev edinmiş,bunu doğuştan gelen bir eğilim olduğunu iddia eden,yaptığından memnun insanlar var. Hayalgüçleri televizyondan,yaptıkları dedikodulardan bir adım öteye gidemeyen,zaten gitmekte istemeyen bir yaşam biçimi onlarınki.Belki de hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar çünkü hiç hayal kurmadılar.Bir pop şarkıcısının günler öncesinden tükenmiş konser biletleri,mafya-aşk-futbol ekseni etrafında döndürülen programlarının izlenme oranının tavan yapması kimseyi şaşırtmaz.Normal olan buymuş gibi yaparlar.

Yaşadıkları sorunları “Bebek’te üç-beş tur atarak”,terk edilmenin verdiği o derin boşlukla “Allah belanı versin,Allah seni kahretsin,bana gelen sana gelsin” diyerek,sevgiliye duyulan öfkeyi “sana aşkım minumum ama öfkem maksimum” türünden İngilizce-Türkçe dilini birbirine harmanlayarak,” Hadi diyelim biri çok deli sevdi,Senin için her şeyi her şeyi verdi,Ya bir gün olur sana bel kıvırırsa Binlerce dansöz var” diyerek cümle alemi dansöz ilan eden,sabah programlarının verdiği o güzel mutlulukla tüm yaşananların ve yaşanacakların üstüne bir “çakkıdı,çakkıdı” yada “şıkıdım,şıkıdım” dinlemek alır götürür bütün dertleri. “Komple komple komple tikiyiz” diyerekte kişiliğimizden ipuçları veririz.

Bana kızıyorsunuz biliyorum. Şimdi diyeceksiniz ki ama bunlar sözler müzik değil ki.Orası daha kötü zaten.Ortada müzik yok,nota yok,enstrüman yok.Bilgisayar programlarıyla yapılan bir ürün var karşımızda ama adı kesinlikle müzik değil.Pop müzik ,ticari bir üründür.Ambalajı güzel ama içi boştur.Herşey geçicidir bu müzik(!) türünde.Bugün dinlediğinizi yarın dinlemezsiniz,şekeri bitince çöpe attığımız sakızlara benzer.Mesela hiç düşünmediniz mi bu pop müzik denilen “kimliği belirlenemeyen müzik türü” neden hep ya sevgiliye duyulan özlemi yada nefreti,kızgınlığı anlatıyor?Dünya üzerinde başka konular hakkında karalanabilecek satırlar yok mudur?En azından bir çiçeği,bir böceği betimleyiverip anlatsanız,yok olmaz illa ki şarkıların tümünün öznesi “sevgili” olmalı..Zaten isteseniz de bahsedemezler başka konular hakkında,prodüktörler buna izin vermez.Siz sadece size söylenenleri yapmaya programlanmışsınızdır.


Rasgele bir Iron Maiden şarkısı açıyorum.” Hallowed Be Thy Name “ çıkıyor karşıma.Hücresinde bekleyen adamın biraz sonra darağacına götürüleceğini anlatıyor.Şarkıda bir bas gitar,üç elektro gitar ve bir bateri var.Vokal Bruce Dickinson’un sesi ise paha biçilemez.Bir diğer şarkıya geçiyorum. “The Trooper” Kırım savaşını anlatıyor. “Afraid to Shoot Stranger” Körfez savaşını anlatıyor. “Run to the Hills” Amerikalıların Kızılderililere yaptığı soykırımı anlatıyor..” Flight of Icarus” Yunan Mitolojisindeki Icarus efsanesini anlatır. “Powerslave” insanın kendisini sorgulamasını anlatır. “Look For The Truth” insanın korkularıyla yüzleşmesini anlatır.Maiden’ın bütün şarkıları böyledir işte,kitap gibidir.Her şarkı birer sayfa.Müziğiyle büyülenir,sözleriyle çarpılırsınız.Ve hiçbir zaman bu şarkılardan sıkılmazsınız 1980’lerden bahsediyorum.Televizyonun bile herkesin evinde olmadığı yıllar.Aradan 30 yıl geçmiş ama siz hala aynı heyecanı duyuyorsunuz.


Rasgele bir Metallica şarkısı açıyorum.”and justice for all” karşılıyor beni.Paranın adaleti satın aldığından bahsediyor,”herkes için adalet” diyor.Sonra “one” şarkısının notalarını duyuyorum 1.Dünya Savaşında bir mayına bastıktan sonra hastenede gözünü açan Joe Bonham'ın hayatını anlatıyor. “Master of Puppets”ya geçiyoruz,tam bir müzik ziyafeti.Hele sonlarına doğru o solo herkesi farklı dünyalara götürecek kadar güzeldir.


Rasgele bir Megadeth şarkısı açıyorum.”Washington is next” çalınıyor kulaklarıma. Novus Ordo Seclorum diyor.Latince’de ‘yeni dünya düzeni’demek.Illuminati hakkında ipuçları veriyor.”Hangar 18” şarkısına geçiyorum.Abd’de 52.bölge denilen dünyaya düşmüş olan ufonun esir alınarak,işkenceye maruz kaldıklarını anlatıyor.Hayal ürünü google’dan ufak bir araştırma yapın,şaşıracaksınız. “peace sells but who’s buying” şarkısında vokal Dave Mustaine kendisine yöneltilen suçlamalara takır takır cevap verir müziğiyle.


Yukarıda sadece 3 gruptan bahsettim.Karşımıza türlü ,türlü konular çıktı.Hayal dünyamızın sınırlarını genişletti.Pop müziğin hiçbir zaman parmak bas(a)mayacağı konulara,korkmadan,çekinmeden bize sundu.Diyeceksiniz ki hiç mi duygusallığa yer yok bu müzik türünde? Scorpions dinleyin.

Tarih,Mitoloji,Savaş,Dünya düzeni vs.. gibi konuları seçip dinleyicilerine sunar Heavy Metal.
Bu yüzden ki dışlanır,televizyonlarda göremezsiniz,radyolarda duyamazsınız.Gerçekleri anlatır,bir tokat gibi iner suratınıza.



Pop şarkılarının ,pek duayen şarkıcısının da dediği gibi“Pembesi gider,tozu kalır.”
Heavy Metal şarkılarının değeri yıllar geçtikçe anlaşılır.



Pop müzik bir zehirdir, sorgulamadan kabul etmeyi öğretir.
Heavy Metal bir panzehirdir,sorgulamayı düşünmeyi öğretir.


Pop müzik yağmur yağdıktan sonra kaldırımda oluşan bir su birikintisidir güneşi görünce kurur.
Heavy metal bir okyanustur ,derinlere indikçe yeni hazineler keşfedersin.


Son olarak benim görüşüme katılmıyorsanız Black Sabbath’dan Geezer Butler’ın söylediklerini okuyun.“Bugünlerde yapılan müziği dinlemiyorum çünkü müzik enstruman kabiliyeti ile yapılır, bilgisayar programlarının ve prodüktörlerin kabiliyeti ile değil."



Kulağınızın Heavy Metale teğet geçmemesi dileğiyle..
Müzikli,güzel günler dilerim.

Iron Maiden...


Killers albüm kapağı ve elinde baltası ile Eddie..
Diğerlerinden çok farklı bir albüm kapağıydı benim için."Iron Maiden" ismini ilk orda görmüştüm.Bilemezdim bu grubun müzik zevkimi kökten değiştireceğini,hayatımda devrime yol açacağını.
Ama oldu işte.
Her maiden şarkısı,hayatımın aynası oldu.
Iron Maiden bir felsefedir.Sözlerini anlamak sizin bilgi donanımınıza kalmıştır.
Iron Maiden'ı hiç dinlemedin mi?Öyleyse ne duruyorsun?

11 Kasım 2009 Çarşamba

Herşeyin başı mantık..

Hemfikir olmadığımız konularda 'eleştiri' yapmak,nesnel bir üçüncü göz gerektirir.Eleştiri,diyalektik çerçeve içerisinde yapılır.Hiçbir temel dayanağı olmadan yapılan eleştiriler,hem söyleneni hem söyleteni tatmin etmez.Kaldı ki bu bir takım çevrelerde eleştiri sadece kendi gibi düşünmeyen insanlar için tek bir araç olarak kullanılıyor.Nefretin dışavurumu olarak.

Düşüncenizi karşı tarafa ilettiğiniz andan itibaren geriye dönüşünüz yoktur.
Sorunun en tepe noktasına ulaşıp varolan sorunu çözümlemek için,bizden önce düşünce merdivenlerini çıkmış kişilerin üstüne basıp merdivenleri yıkmak yerine,bir düşünce merdiveni de biz eklemeliyiz.


Elinizdeki kalemle,önünüzde yükselen 'içi doldurulmamış eleştiriler dağını' delmek isteyen herkes,mantığıyla hareket etmelidir.Düşünceleriniz mantıkla yoğurmadığınız zaman bir adım ileri atmak yerine,olduğunuz yerde hareket dahi edemezsiniz.


Her gördüğünüze inanır,her söyleneni ciddiye alırsanız,mantığınıza nüfuz eden zararlı düşüncelerden kurtulamazsınız.Sığ görüşlerin hepsi,bu tür insanların ürünüdür.Sözlere kılıçla karşılık vermeye çalışanlar elbette olacaktır.Onlara,onlar gibi karşılık verecekseniz yolunuz açık olsun..Diğer yolu seçecekseniz mantığınızın peşinden gidin,onu arayın,bulun.


Tümdengelim,tümdenvarım,analoji..
Hangi yolu denerseniz deneyin,denemekten vazgeçmeyin.
Vazgeçtiğiniz an itibariyle,benzemekten korktuğumuz insanlara dönüşmek için gerisayım başlamış demektir.

8 Kasım 2009 Pazar

Toplumsal Hipnoz

Dünya tam bir kaosun içinde.’Sorumluluk’ duygumuzu tamamen yitirdik.’Gelecek nesil’ deyip bol keseden atıp tutuyoruz.Bu hızla devam edersek insan ve doğa katliamına, gelecek nesil ile başlayan cümleler kuramayacağız.Çevremizde ve dünyamızda olan bitenin ne kadar farkındayız?2009’da vizyona giren bir belgesel vardı.Adı Home(Yuva).Belki hiçbiriniz ismini bile duymadınız,belki aranızda seyredenlerde vardır.Belgesel’in bir bölümünde şunlar anlatılıyor :


“Bundan 20 yıl kadar önce, Dünya'nın en büyük dördüncü adası Borneo geniş ormanlarla kaplıydı.Mevcut hızla orman açmaya devam edilirse,10 yıl içinde yok olacak.Yaşamın özü suyu, havayı,Dünya'yı ve Güneş'i birbirine bağladı.Bir zamanlar Dünya'nın en büyük biyolojik çeşitliliğine ev sahipliği yapan Borneo'da bu bağ bozuldu.Bu felaket Dünya'da en çok tüketilen ve üretilen hurma yağının Borneo'da üretimine karar verilmesiyle ortaya çıktı.Hurma yağı sadece artan yiyecek talebini sağlamak için değil,aynı zamanda kozmetik, deterjan ve gittikçe artan alternatif yakıt ihtiyacını karşılıyordu.Ormanın sunduğu bu çeşitlilik yerini tek bir türe, hurma yağına bırakıyordu.Yerli halk için,istihdam sağlıyordu.Bu endüstriyel tarımdı.Bir diğer örnekte, ağaçları ağır tahrip eden okaliptüslerden.Okaliptüs kağıt hamuru yapımında kullanılıyor.Son 50 yılda kağıda olan talebin 5 kat artmasıyla birlikte ekin alanları genişliyor.Hiçbir orman diğer bir ormanın yerini tutmuyor.Okaliptüs ağaçlarının dibinde hiçbir şey yetişemiyor çünkü yaprakları ağacın dibindediğer bitkiler için zehirli bir zemin oluşturuyor.Hızlı büyüseler de, su rezervlerini tüketiyorlar.”


Hurma ağacının ve okaliptüslerin tüketilmesinin böyle bir yıkıma sebep vereceğini tahmin edebilir miydiniz?


1 kilogram patates üretmek için 100 litre, 1 kilogram pirinç üretmek için 4000 litre ve 1 kilo sığır eti üretmek için 13.000 litre su gerekiyor.Şaka gibi değil mi?Maalesef hepsi gerçek.Bu kadar su miktarını dünyada yaşayan insan sayısıyla çarpın.Ortaya çıkan tablo tam bir felaket.Belgesele göre insanoğlunun bu gidişatı durdurması için 10 yılı var.


Bir tavuk yumurtası düşünün.O yumurtanın gelişip büyümesi için doğaya ihtiyacı vardır değil mi?Marketlerden satın aldığımız yumurtaları neden köy yumurtası gibi olmuyor?Cevabı basit.Çünkü tavuklar doğal bir ortamda yetişmiyor. Ne güneş görüyorlar,ne de ayakları toprağa değiyor.Kapalı bir ortamda ürüyorlar ve onların yumurtası da ancak bu kadar sağlıklı oluyor.Ayrıca tavuklar hastalanmasın diye verilen antibiyotik de cabası.


Siz hayatınızdaki sorunlarla uğraşırken,tohum yasası geçer mesela meclisten.Tükettiğimiz hormonlu gıda kimyasal zehirdir o kimyasalı vücut bir şekilde atabilir.Ama genetiğiyle oynanmış gıdalar sizin genetiğinize işler ve zaman içerisinde tamamen mutasyona uğratır sizi.Bebek mamalarında neden Gdo’lu ürün kullanmak yasak?Biraz düşünün..


Sanayi devriminden sonra insanlar kentlere göç etmek zorunda kaldı.Böyle giderse ‘su ve yiyecek kaynaklarının’ tükenmesinden dolayı daha sağlıklı alanlara göç etmek zorunda kalabiliriz.


Peki bizim niye bunlardan hiç haberimiz yok.Zihnimizi neden ‘günlük bilgilerle’ doldurmak zorunda kalıyoruz? Medya her haberi ‘flaş,flaş,flaş’ diye duyururken,bu haberlerden hiç bahsetmiyor?Cevabı sizin bilgini sınırlarınıza kalmış.

5 Kasım 2009 Perşembe

Kalın Çizgiler


Kapı vuruluyor ama açmaya korkuyorsunuz.
Dışarıdaki ses size yardım etmek için geldiğini söylüyor.
Bugüne kadar bütün bildiklerinizi,kapı açılınca kaybetmekten korktuğunuz için kaçıyorsunuz.
Bir telaş halindesiniz,ışıklar kesilmiş,mumları bile yakmaya çekiniyorsunuz
Sizi görmelerinden,tanımalarından ve sizinle konuşmalarından korkuyorsunuz.
Başınız ağrıyor,elleriniz titriyor,geceleri kabuslar görüyorsunuz.
Gündüz ve gece bir sizin için.
Camlarınızı tahtalarla kapatacak kadar ileri gidiyorsunuz.
Etrafta kimsenin olmadığından emin olunca bu sefer siz başka evlerin kapısını çalıyorsunuz.
İçerden televizyon sesi geliyor ama kapıyı kimse açmıyor.
Her gittiğiniz evin kapısında bu durumla karşılaşıyorsunuz.
Evdekiler susarken,televizyon konuşuyor.
Bağırmak,itiraz etmek,sesinizi duyurmak yerine fısıltılaşarak konuşmayı tercih ediyorsunuz.
Sürekli tekrarlanıyor bu.
Onlar size yardım etmeye geliyor,siz onlardan kaçıyorsunuz.
Tuhaf kaprisleriniz yüzünden yapıyorsunuz bunu.
Kendinizi aşmak yerine kendiniz aşağılamayı daha uygun buluyorsunuz.
İçinizde yaşadığınız dünyayı tanımlamak yerine,düşünmeye bile üşeniyorsunuz.
Bilen az,konuşan çok.
Gözlerini kapatan var ama açmaya cesaret eden yok.



90'lı yılların başında başladıysanız eğer eğitim hayatınıza mutlaka fotoğrafta gördüğünüz şekerleri,midenize afiyetle indirmişsinizdir.Sizin için annenizin özenle hazırladığı beslenme çantasının pek bir değeri yoktur bu uzun silindir şeklinde şekerlerin yanında.Bir garip oldum bu fotoğrafı görünce.Sanki biri beni bu zamandan çıkarıp,o yıllara götürdü.15 dakikalık tenefüsde verilen harçlığın harcandığı yegane üründür kendisi.Karnınızı asla doyurmaz,hatta çok yerseniz karın ağrısına bile sebep olabilir.Uğruna azar da işitmeyi göze alırsınız,çünkü bazı günler beslenme çantanızı hiç açma zahmetinize bile katlanmamışsınızdır.


Ordan bakınca küçücük bir şeker için bu kadar büyük bir paragraf ayırmaya ne gerek vardı diye içinizden geçirmiş olabilirsiniz.Kızamam.Ama bir kaç soru sorabilirim.Sizin hiç çocukluğunuza ait bir oyuncağınız,fotoğrafınız yada o günleri çağrıştıran bir eşyanız yok mu?Elbette vardır.Bir çok anlam yüklemiş olabilirsiniz o eşyaya.Benim ki de bu 'safinaz' kadar zayıf ama bir o kadar tatlı olan şekerler işte.


Artık göremiyorum herhangi rafta kendilerini.Belki de benden kaçıyorlar,haklılar.Ama ilk gördüğüm yerde yine benim olacaksınız,kaçış yok.Suçunu kabul etmeyip bir de üste zeytinyağı kıvraklığıyla çıkan insanlar gibiyim. Son sözüm'Yine olsa,yine yaparım!'

30 Ekim 2009 Cuma

Reklamları izlediniz!

Tam grip havası işte.
Balkanlardan gelen soğuk hava kütlesi(Hep böyle başlamaz mı hava durumu haberleri),yurdumuzu etkisi altına aldı.
Vatanımıza milletimize hayırlı olsun.
Bir köşelere sıkıştırdığımız ıhlamur,zencefil gibi birbirinden güzel şifalı bitkilerimizi gün yüzüne çıkarmanın vaktidir,ey millet!
Bak içmezsek bunları sonra pancar gibi bir burunla gezeriz ortalıklarda.
Şimdi bir de nur topu gibi domuz gribimiz de var.
İki kat önlem almak gerek.
Ama önlemleri abartmamak gerek.
Herkese 'potansiyel grip taşıyıcısı' diye bakmak yakışır mı bize?
Ellerinizi bol bol yıkayın.
Günlük vitamin ihtiyacınızı karşılayın,doğal besinler yiyin.
Ama lütfen abartmayın.
'Grip aşısı olmak zorundasınız' diyenlere de kulak asmayın,televizyonu kapatın.

Hoşgeldin yağmur

Kurak hayallerimize can vermeye geldin yağmur,biliyorum
Biz farkında değiliz güzelliğini senin
Kulaklarımız yabancısı sesinin
Kaos günlerinde çıkageldin
Rüzgarın sakinlik getirdi bize
Bazı perdeler kapalı şimdi
Onlar ki korkar yağmurdan
Akar üstlerindeki yalancı renkleri
Seni avuçlarımda biriktirmek isterdim
Ama tutamıyorum seni zaman gibi
Ne zaman gideceksin bilmiyorum
Kaç zaman bizi hasret bırakcaksın kendine?
Kaç sonbahar geçecek üstümüzden?

20 Ekim 2009 Salı

Sahibinden satılık gözlemler

Ciddi ciddi düşünüyorum bazen olan biteni.
Android patlaması ile karşı karşıyayız.
Karşımdaki insanları anlayamıyorum bu aralar.
Üzülsede aynı ifade,sevinse de.
Mimik özürlü resmen.
Yaptığım espri hava boşluğuna giderken, ben öylece bakıyorum.
Düzgün konuşuyorum, karşımdaki gülme krizine giriyor.
Hani karşınızdaki ile konuşacak iki çift lafınız bile olmaz, vakit de bir türlü geçmez bilmez ya,tam o noktadayız.
Ben o çirkin gülüşünü görmek zorunda mıyım,ey karşımdaki insan?
Güleceksen de tut içinde, boş bir zamanında aynayla karşılıklı gülersiniz.
Aynada kendine baksan sürekli gülersin ya,neyse o konuya girmeyelim.
Velhasıl durum bundan ibaret.
İletişim problemi yaşıyorum.Sorunun üstesinden gelmek gibi bir çabamda yok.
Sorun ben değilim çünkü, bana devrilen gözlerle bakan herhangi biri.
Sırf konu açmak için de,absürd sorular sormaz mı bana?
Sanki benim ilgi alanlarımla ilgileniyor(muş) gibi yapıyor.
'Konuşmama hakkımı' kullanıyorum, böyle hakkım olduğunu varsayarak.
Ben senin hiç ilgi alanlarınla ilgileniyormuş gibi yapıyor muyum?
Okey'e 4. ararken ben seni rahatsız ediyor muyum?
Sınırlarımızı aşmayalım lütfen.
Entel görünmenin formülünü de çözmüş arkadaş.
Birkaç terim ezberlemiş, kenarından köşesinden cümlenin içine iliştirmiş.
Eğreti duruyor cümlede.Nokta olmasa cümlenin içinden kaçacak delik arıyor 'terim'.
O farkında değil.
Bulutların üstünden insanları seyrediyor.
Bende onu seyrediyorum.
Seyrettikçe susuyorum.

Ama hangi tercihler?


Onlar konuşurken ben dinledim, söyledikleri her kelime aklımda.
Gözlerindeki nefreti,yumruklarındaki öfkeyi gördüm.
Seçtikleri üslup,gittikleri yolla doğru orantılıydı.
Başkalarına benzemeye çalışmaları, pek manasız gözüktü gözüme.
Zira onlar kahramandı, uçuyorlardı gökyüzünde.
Bulutların arasına çizdiğim gökkuşağını kendi fikirleri gibi griye boyamışlardı
Siperler yapmışlardı kağıttan, kendi nefesleriyle bile yerle bir olan.
Şimdi çok net değil yüzleri, hatırlamıyorum.
Böyleyimdir ben, zamanla silerim hafızamdan hatırlamak istemediğim yüzleri.
Söyledikleri anlamsız kelimelerin tortusu kalır ruhumda.
Çirkin cümlelerin sahipleri,konu ahlak olunca parmaklarını sallar oldu yüzüme.
Gazeteyi tersten okuyup,sanatın sadece sanat olarak yazıldığını bilenler,en yüksek ego merdivenine çıkıp tepeden bakıyorlar.
Socrates "Kendini bil" demiş, biz ise kendimizden başka her kişiyi çözmeye çalıştıkça, kördüğüm oluverdik.
Cilaladığımız hayallerimiz, zamanla matlaştı.
Hayatlarımızın bir sonu var ama bizim isteklerimiz sonsuza uzanıyor.
Kendi ellerimizle yarattığımız "medeniyeti" kendi bombalarımızla yok ediyoruz.
Sınırsız bir 'düşünce denizinde' sınırlı bir hızda yol alıyoruz.
Mennunuz halimizden uzaktan bakıldıkça.
Seçimlerimiz belirliyor düşüncelerimizi.
Her seçimimiz, diğer seçimlerden vazgeçmiş olduğumuz anlamına geliyor.
Seçimlerimiz alışkanlığa dönüşüyor.
Biz alışkanlıklarımızı alıyoruz yanımıza yeni bir yol seçince kendimize.
Alışkanlık,ruhun uyumasıdır.
Öyle bir uykudur ki bu, alışık olmadığınız hiçbir sese uyanmazsınız.
Uyanmak için,vazgeçmeniz gerekir sizi birilerine mahkum eden düşüncelerden.
Alışkanlık, kendimizi aldatmanın en kestirme yollarında biridir.
Onun dışında herşey yabancı gelir bize.
Yapay gündemlerin bozuk cümleleri arasında telaffuz ediliyor ismimiz.
Ve biz bunu farkında bile değiliz.

Evrendeki hiçbir şey yetmiyor bize,karadelik gibi herşeyi yok ediyoruz içimizde.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Herşeyi kendine saklayan insan



Yazamamak,paylaşamamak.
Araştırdığı,gözlemlediği herşeyi bir şekilde kendine saklıyor insan ,bencilce davrandığını farkına varmadan.
Paylaşmanın ne demek olduğunu,neler hissettirdiğini öğrenmemiş ki,öğrenmek de istememiş zaten.
Görüyorum böyle insanları çokta uzakta değiller.Hatta ben ne kadar uzaklaştıkça ,o kadar yakınlaşıyorlar
bana.Ve şunu demek geçiyor içimden."Sen herşeye sahip olmaya çalışan hiçbirşeysin."Sonra yüzünün alacağı şekli düşünüyorum, gülüyorum.Belki de olağan pişkinliğiyle hiç üstüne alınmayacak söylediklerimi.
O kendi dünyasının tek efendisiyken dünyaya da hükmetmeye kalkacak kadar cahildir oysa.
Alışkanlıklardan vazgeçmeyi hiç düşünmemiş,yaratıcılığın başkalarının cümlelerini,hayallerini ezberlemek sanıp gerçeği hiçbir zaman farkına varamamış.
Doğruları bile kendine saklar.
İnsanlara yalan söyler.
Sonra bir başka yalan daha.
Sonunda kimse gerçeği söylemez olur.
Dil yalana alışınca,kalbe doğruluk uğramaz olur.
Erkenden yorar insanı hayat.
Hatırlayamaz olur söylediklerini,hangisinin gerçek olup hangi yalanı düşlediğini.
Alışmıştır bir kere başka seslere kulak verip, kendi sesini duymazdan gelmeye.
Bilmez ki "İçindeki sesleri sessizliğinle dağıtamazsın."
Çok geç olmadan hataya düşmeyelim ,hayatı düşleyelim..

Düşünmek



"Düşünmek",içi boşaltılan bir eylem oldu son zamanlarda.
Bakıyoruz ama görmüyoruz,okuyoruz ama anlamıyoruz..
Çağımızın en önemli hastalığı, ne H5N1 virüsü, ne de H1N1 virüsüdür.
Düşünememektir enine boyuna hayatı,insanları,kendimizi

.
Ne yaptığımızı,ne yapacağımızı.
Tesadüfen gördüğünüz bir fotoğraf,duyduğunuz bir müzik,okuduğunuz bir kaç satır, hayatınızda farklılıklar yaratır.
Ne tuhaf değil mi?
Geçmişten günümüze milyarlarca insan yaşamış.
Biz sadece bazılarının ismini biliyoruz.
Düşünenleri,düşünmeyi sevenleri,düşüncelerinden birşeyler üretenleri.
Öyle zamanlar olur ki,yaşayanların ismi hiç anılmazken yüzyıllar öncesinde ölenlerin ismi rahmetle anılır.
Geriye bıraktıkları kalplerde yaşar.


Algıladığımız herşey belli bir zamandan sonra değerini yitiriyor.
İlk heyecan yerini alışkanlığa bırakıyor.
Duyguları,insanları,düşünceleri tüketip yeni tüketecek şeyler arıyoruz.
Soru sormaktan çekindiğimiz için, kendimiz cevap vermeye çalışıyoruz bildiğini sandığımız her konuya.
Felsefe,araştırmaktır ve eleştirmektir bir yerde.
Merak etmeyen,sorgulamayan kişi için hayat herşeyi kabul ediştir.
Düşünmeden herşeyi kabul eden insan,üç boyutlu dünyaya tek boyutlu bakmakla yetinir.

Refleksif bir düşünme yöntemini benimsemiş insanlar, soru sormaktan çekinmez,öznel hayata nesnel bir pencereden bakar.

Yukarıda tarif edilen insan modelinden hangisi olmak daha kolay ?
Seçim senin.
Ya herşeyi kendine saklayan,karanlıkta saklanan olacaksın.
Yada herşeyi düşünen,sorgulayan,anlatan olup,içindeki sesleri susturmayacaksın.

FARKINDA MISINIZ? YANLIŞ GİDEN BİRŞEYLER VAR





Basit ve kolay bir düzeni bu kadar zorlaştırmak birilerinin görevi olmak zorunda mı ? Bütün kullanılan teknik terimler,grafikler aslında insanların kafasını karıştırmak için birer illüzyondan ibaret. Eğer içinde bulunduğumuz her şeyi “dünya barışı,açlığı yok etme” için yapılıyorsa ve gerçekten sizde buna inanıyorsanız,neden günde 24 bin insan açlıktan ölüyor? 2008 yılında ülkelerin silahlanmaya harcadığı para 1.5 trilyon dolardı.Ve silahlanma ve açlık birbirine paralel bir şekilde artıyor.
Kesinlikle ters giden bir şeyler var.Peki biz niye bunları fark etmek yerine,burnumuzun dibinde olan olayları görmüyoruz? Cevabı çok basit , çünkü hiç kimse bu olayları bize anlatmıyor ,göstermiyor. Bu kördüğümü görmek,çözmek ve anlamak sadece sizin kişisel çabanıza bağlı.



Dünya toplumlarını sömürmek için yaratılan hipotezlerin hep bir tarafları eksik kalıyor. Yerinde tespitlerle ‘sömürge’ ülkelerin ipliğini pazara çıkarmak her ‘sömürülen’ ülke vatandaşının birincil görevidir.Eğer dünyanın gerçekten kusursuz bir biçimde yönetildiğini düşünüyorsanız,bu yazıyı buradan sonra dikkatle okumanızı tavsiye ederim.


Medyanın bize “son dakika” haberi olarak sunduğu haberlerin aslında sabun köpüğü gibi geçici olduğunu farkına varmalıyız. Çünkü medya hiçbir zaman bize yararlı ve gerçek bir bilgi sunmaz.En önemli bilgileri kendisine saklar.Dünyada ve ülkenizde olan biten olaylar sadece televizyonda ve gazetede gördüğünüz haberlerden ibaret sanırken aslında gerçekten bilmeniz gerekenler size hiçbir zaman söylenmez.Siz ise her şeyden haberdar olduğunuzu sanıp gördükleriniz hakkında fikir yürütür,bir sonuca varmaya çalışırsınız. Kimin nasıl yemek yaptığı ,nasıl şarkı söylediği yada kendine evlenmek için nasıl bir uygun eş aradığı üstünüze vazifeymiş gibi izlersiniz.Bunların hepsi illüzyondur aslında,bazı şeyleri fark etmeyelim diye.

Öyle bir hale getirirler ki sizi ,yıpratılan değerlerimize sahip çıkmayı söyleyenlere deli gözüyle bakarsınız çünkü size göre her şey normaldir. Kahvehanelerdeki kalabalıklar vakit öldürmeyi tercih ederler, kütüphanelerdeki kitaplar ise kaderlerine razı olurlar.Her sokakta mantar gibi türer kahvehaneler.Kütüphanelerin kapılarına ise kilit vurulur kimsesizlikten.


Pazarlama mantelitesiyle “değişim”den bahsederler.Bu sadece toplumu kendi istedikleri şekilde yönetmekten,kendi karlarını arttırmaktan başka bir şey değildir.Size sunulan ürünü almak zorundaymışsınız gibi hissedersiniz.


Size bazı şeyler anlatırlar ve buna inanmanızı isterler.Buna karşılık tam bu düşüncelerin karşısında duran başka paradokslarda vardır.Kafanız karışır,hangisine inanacağınızı şaşırırsınız.Sizden seçim yapmanızı isterler.Ve size doğru gelen şeyi seçersiniz oysa ki onun diğerinden farkı yoktur, özünde aynıdır.


Bir kişinin tam olarak ne düşündüğünü elbette bilemeyiz ama o kişinin yaptıkları bize ne düşündüğe dair ufak ipuçları verir.O ipuçlarını toplayarak fikir yürütmek ve kişinin nasıl bir karakter olduğunu çözmek biraz zaman ve sabır gerektirir.Siz bunları çözmek için uğraşırken perdenin arka tarafındakiler ise olan bitenden son derece rahatsızdır. Gerçekleri görmememiz için yolumuzun üstüne kalın perdeler çekilmiş ,perdeyi aralayarak bakanları bile ifşa edip suçlu ilan ediyorlar.



Borç ,rüşvet ve tehditlerle sindirip toplumları kukla gibi oynatmak varken birilerinin çıkıp buna hayır demesi dünyayı yönetenlerin hoşuna gitmez elbette.


Dünya nüfusunun sadece %1’i dünya kaynaklarının %40’na sahiptir.Diğer yandan da dünya nüfusunun %50’si günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşıyor.Bu aradaki fark gün geçtikçe daha da büyüyor.Köleleştirilen insanlar susmaya mahkum ediliyor,konuşturulanlar cezalandırılıyor.Hani insan hakları,eşitlik ve sözde dünya barışını sağlamak için kurulan uluslar arası kuruluşlar? Onlar aslında insanların gözlerini boyamak için kurulmuşlardır,ezilen ulusları değil emperyalist ülkelerin çıkarlarını korurlar.Siz bu kurumları medya aracılığıyla tanır,onların soruna çare olacağını düşünürsünüz.Ama onlar açlığı,sefaleti önlemek için değil bu sorunları diğer ülkelere de yaymak için vardır.


Adam Smith’in yarattığı ideolojinin bugün artık değerini yitirmediğini kim söyleyebilir ?
"Bırakınız gitsinler bırakınız yapsınlar" sözünün uygulayarak dünyanın nasıl çürüdüğünü hep beraber görüyoruz. Kendi emperyalist ülkelerine ‘özgürlük’ isteyenlerin başka ülkelerin özgürlüklerinden çaldıklarını görmüyor musunuz?


Fena halde kandırılıyoruz daha da fenası kimse kandırıldığının farkında değil.


Ve şunu unutmayın ki,kimse savaşları durdurmak dünya barışını sağlamak istediği falan yok.Çünkü savaşlar bir avuç insanın çıkarını koruyan düzeneklerdir.Abd niye bu kadar savaşları seviyor sanıyorsunuz?Kendi petrol ve şirketlerini zengin etmek için. 21.yüzyılda bütün savaşların tek galibi silah şirketleridir.ABD silah harcamalarının yüzde 45`ini tek başına gerçekleştiriyor.Silah ticaretinden kazandığı paraları 3.dünya ülkelerini daha da sömürmek için harcıyor.


Gerçekleri görmek için tarihe şöyle bir göz atın ,bütün aradığınız cevapları bulacaksınız.


Bildiğiniz her şeyi insanlara anlatın ,bilgi paylaşılınca değerlenir kendine sakladıkça değil.

Herkesin unuttuğu kişi


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, keçiler berber iken, develer tellal iken ülkenin birinde hükümdarın biri yaşarmış.Her istediğinin gerçekleşmesi için bütün olanaklarını kullanır,her şeyi ele geçirince arsız bir çocuk gibi şımarırmış.Bir rivayete göre şehrin her bir tarafına dev aynalar diktirerek kendine “dev ayna”sından bakarmış.Eğlenmek için kendilerine meddahlar satın almış.Sarı dişlerini herkese göstere göstere gülermiş meddahlar onu eğlendirdiği zaman.Eski bir tebeşirle yere boydan boya düz bir çizgi çizmiş. Bunu niye yaptıklarını sorduklarında ise cevabı net olmuş “Kim benim tarafımda ,kim değil kolay anlayayım diye.Dostumu ,düşmanımı birbirinden ayırmam gerek”.

Sonra günlerden bir gün bütün ağaçların kesilmesi emrini vermiş,kimsenin ondan büyük gözükmesini istemiyormuş.Adamları dediğini yapmışlar bütün ağaçları kesmişler ,şehir çıplak kalmış ,kavurucu sıcaklarda gölgesine sığınacak tek bir ağaç kalmamış.Halk kızmaya başlamış olan bitene .”susun siz ne anlarsınız biz bu ağaçları keserek gerekeni yaptık,siz kendi işinize bakın” diyerek terslemiş herkesi.Ama halk kesilen ağaçların yerine yenilerini isteyince herkese konuşma yasağı getirmiş.Şehirde sadece hükümdarın çirkin kahkahaları duyuluyormuş.

Zamanla her şeyi yasaklamışı ,konuşmayı ,okumayı ,okulları.Çocuklar okula gitmek yerine ailelerinin yanında tarlaya gidiyorlmış.Bir gece hükümdarın emriyle bütün evler basılıp ,kitaplar toplandı.Ülkeyi bekleyen felaket kapıdaydı.Ne kadar doktor,bilim adamı,öğretmen,profesör varsa hepsini emrine çağırdı.”Bundan böyle sizler ilim için değil benim için çalışacaksınız.Boşverin ilimi.Siz ben ne istiyorsam onu yapacaksınız” diyerek hepsini kendi emrinde çalıştırmaya ikna etti.Artık ne hastalığı iyileştirebilen bir doktor,ne çocukları eğiten bir öğretmen ne de yeni buluşlar için var gücüyle çalışan bilim adamları vardı.Hepsi hükümdara boyun eğmişti.

Hükümdar son nefesini verdiğinde kimse tek bir gözyaşı dökmedi.Ve kimse o günleri konuşmadı ,herkes için unutulması gereken yıllardı.Bir daha o hükümdarın adını kimse telaffuz dahi etmedi, etmek istemedi.

Nerede yaşıyoruz?


İlk halini özleyen bir izmarit gibi ayaklar altına alınmak mıydı kaderimiz?
Yarınlar bugünlere benzeyerek,acılar insan yüzlerine bürünerek,baki olmayan hayatlarımızı ölümsüzleştirmek miydi bütün çabamız?
Kenarları yırtılmış,sonbahar sarısı fotoğraflardaki yüzlerimizi mi özlüyoruz?
Üstümüzdeki moloz yığınlarından kurtulmaya çalışmak yerine,bu kadar ruhsuz bir şekilde birisinin bize yardım etmesini mi bekliyoruz?

İspatlanmayan kehanetlere inanıp,zamane fikirlere kapılıyoruz.

Maraz doğar diye iyilik de yapamıyoruz başkalarına,faziletimizde geri verdik zaten ödünç almıştık başkalarından.
Dikenlere değilde güle kızıyoruz niye bu kadar güzel diye.

Ölü şehirler,kalpleri atmıyor artık.Çeşit çeşit sokaklar..kimi bozkırlara kimi bataklıklara çıkıyor..Bozkırlarda tek bir ayak izi bile yok,bilin bakalım nerede yaşıyoruz?

Çirkin yüzler


Kül rengi yüzünü yıkamaya üşenirdi her sabah.
İzmaritini yere atar ve tükürürdü kaldırıma.
Kendini başkalarına ispatlamak için zamane heyecanlara kapılırdı.
Moloz yığınlarının altında kalanların üstüne basıp geçerdi çünkü ona kimse fazileti öğretmemişti.
Dikenlerini ayıklayayım derken gül bahçesini talan ederdi.
Umursamamazlık maraz gibi yapıştı yakasına.
Nefret ediyorlardı arkadaşları bile o her şımarık bir kahkaha patlattığında.
Boşluğa düştüğünde bile kılını kıpırdatmadı, kendini kurtarmaya üşendi
Ölümsüzlük iksiri içmiş gibi baki sanırdı hayatını.
Kendine adamıştı hayatını, sadece kendi isteklerine ve ondan başka herkes sadece ayrıntıydı.

Nefes almak yaşamak değildir


Büyüttük.
İçimizde kinimizi, nefretimizi ,kıskançlığımızı


Fethettik...
Dünyaları,insanları ve doğayı.


Boğulduk...
Perdeleri sıkı sıkı kapalı güneş görmeyen evlerimizde.


Sığmadık...
Küçücük bedenimizle bu sonsuz evrene.

Kutuplaştık...
İki ayrı dünya olduk

Yıktık...
Kendi dünyamızı ve başbakalarının hayallerini...

Gurur duyduk...
Bizim boyumuz yükseldikçe aşağıda kalanlara tepeden baktığımız için.

Güldük...
Usta bir komedyenin oyununa güler gibi herkesin hatalarına

Kuşkulandık...
Bize kalbini açan insanlardan, hep bir yanlışlarını aradık.

Ağladık...
Hıçkırıklara boğulduk kendimizden başka gülen yüzleri görünce.

Soluksuz kaldık...
Hayat maratonunda herkesi geçmek için.

Sevmedik...
Ne bir insanı,ne bir başka canlıyı kendimizi bile.

Drametize ettik
Başkalarının önemsemediği o küçücük sorunlarımızı.

Görmedik.
Hastanelerde,huzurevlerinde,yetimhanelerde yatanları


Umursamadık.
Asıl dertlerin başkalarında olduğunu.

Hatırladık...
Arkadaşlarla sıcak sohbetlerde içtiğimiz kahvenin sadece o nahoş tadını.

Soluksuz kaldık..
Sanki rampalara tırmanır gibi,kendimizden kaçtık koşar adımlarla.

Eğildik.
Başkalarının karşısında ,ağaç gibi durmanın kıymetini bilemedik.



Paylaşmadık...
Hiç bakmadık etrafımıza .
Doğa yağmuru paylaştı beraber büyüdü
Güneş herkese eşit dağıttı sonsuz hikmetini.
Ona bile yeri geldi sövdük,kızdık,kovaladık bulutların arkasına.
İstiridye gibi kapattık kapımızı başkalarına.
İnci gibi değerli sandık kendimizi.

Düşünmedik ,anlamadık ,reddettik
Ve zaman akıp geçsede biz hiç 'yaşamadık'

Bir ruh dört mevsim


Kışın her yer beyazı kuşanır,bu zırhı hiç çıkarmaz üstünden böylece kötülüklerden koru kendini.Talaş gibi ufalanır karlar elimizde.Kardan adamlar yaparız,güneşe yenik düşeceğini bile bile.Buğulu camlara yazdığımız isimlerimiz kalır geriye.Sözlerimizin buharlaşıp havada uçuştuğu,ayak izlerimizin birbirine karıştığı ,gece olup şehir siyaha boyandığında insanların sisin içinde kaybolduğu,sesi özlediğimiz zamanlar.Başkalarının ayak izlerini takip ederek , kendimize hayatlar yaptığımız zamanlar.
Yaprakların tatlı bir turuncuya çaldığı vakittir sonbahar.Biraz matem vardır havasında.Belli belirsiz bir hüzün çöker içimize. Gidenlerin hiç dönmediği bir mevsimdir.Kimi zaman gökyüzünde sadece grinin hakim olduğu,puslu,yağmurlu bir şehrin görüntüsüdür aklımıza düşen.Renkleri çalınmış sokaklarda geçer hayatlarımız.
Oyunlarımızın hiç bitmediği zamandır yaz.Güneşin bütün ihtişamıyla gözlerimizi aldığı zamanlar.Çocukken isli camlardan bakardık güneşe,şimdi güneşe bakacak cesaretimiz kalmadı.Hayatı düşe kalka öğrendiğimiz,dizlerimizin kanadığı,sapanla komşunun camlarını avladığımız ve hep mutlu olduğumuz çocukluk çağlarımız..
Sözlerimin sonu hep bahara vardığı için onu sona sakladım.Dünya güneşle dolarken,yüreğimde umutla dolar bu mevsimde.En güzel yeşillerini giyer,süslenir doğa.Yenilenir,nefes alır ve adet yeniden doğar.Güneşi depolar kendine ,kışa hazırlık için.Ufuk çizgisinde gökyüzü ve deniz birbirine karışır sonsuz mavilik içinde. Sanki kötülükler, tehlikeler bulutların arkasına saklanır gibi gelir bana.Martıların daha güzel şarkı söyler bu mevsimde,hiç sonu gelmez şarkılarının.

Ruhumuzun yerleşik bir hali yoktur.Dört mevsimi yaşar kendi içinde.Hayatımızın terzileriyiz ve kendi söküklerimizi dikmek zorundayız.

Yaşamalıyız bazen bir kaplumbağa hızında hayatı ya da bazen bir beygirin hızında.
Ve yaşamak içindeki o sesi bastırmak değil o sese kulak vermektir.
Sana ahmak diyenlere inat , içindeki sesi dinlemektir doğru olan.
Yıllardır zımparaladığımız düşüncelerimizi gün yüzüne çıkarmaktır.
Ve utanmamaktır düşündüklerinden, kendini kutlayabilmektir bu cesaretin için.

Umut ederiz ki herkesin kendini kutlayabildiği o zamanlar gelir geç olmadan.

Hayatı keşfetmek


Okumak...
Her kitap bir dostluğumuzun hikayesi.
Her çağda onlarca arkadaş bulmak kendine,kitapların sonsuz sayfaları içinde
Bize kalbini ardına kadar açan gizli dostlarımızdır kitaplar.Aramıza kimsenin nifak sokamadığı bir dostluk..
Bir mucizedir çağlar öncesinde sizinle aynı düşünceleri paylaşan insanları bilmek ve onların en mahrem sırlarını okumak.Geçmiş zamanlarda yaşayanların hayatlarına misafir olmak onlardan habersiz.Kese kese altınlar döksenizde kitaplara o rafta durmak değil okuyucusu tarafından anlaşılmak ister.Okumak,yazarın keskin kaleminin ustalığıyla büyülenmektir.Yaşlı bir adamın yüzündeki acıyı,kendini rüzgara bırakıp dans eden akasyaları tasvir ederken yazar ,sanki bizde o anda oradaymışız gibi hissederiz.Gerçek zamandan kopup,kitaptaki zamanda yaşarız.


Yazmak...
Düşüncelerimizin kelimelere ve sayfalara dökülmüş hali.
Zaman kavramı yok yazarken.Yazdıklarımızını efendisi yazamadıklarımızın kölesiyiz.
Kalemden kağıda doğru akar düşünceler ve biz sadece onların bu muhteşem buluşmasını izleriz.
Dünya mürekkebimizin ucunda işte.
Zordur bir kalem ve bir kağıttan hayatlar yaratmak kendine.
İster samandan kağıda,ister bir mendile yazmak düşünceleri.
Yazabilmek cesarettir.
Beyninizdeki sis dağılmaya,hayatınızdaki boşluklar dolmaya başlar.
Engin bilgilerede sahip olmak gerekmez bir iki satır karalamak için.


Sanık sandalyesine başkalarını oturtmak yerine kendimiz geçelim bu seferlik.
Sorgulayalım ne kadar okuyoruz,düşünüyoruz ve yazıyoruz?
Zamanın dişlileri arasında ezilmeden harekete geçmeli bir an evvel.
Okumak ve yazmak gerek zaman aleyhimize bu kadar hızlı işlerken.
Gerçi bunları yapmamakla da haksızda değilsiniz hani,düşünmek metelik bile etmezken.

Unutmaya çalışırken..


Bir kitapçının tozlu raflarında rasgele elime geçen bir kitabın sayfaları arasında gezinirken yazarın şu cümlesi çarptı gözüme”Dünyanın her tarafında insanlar acılarıyla övünür”.Benim gibi düşünen biri daha var diye geçirdim içimden.

Yaşanmışlıklarımı gözden geçirince bazı unuttuğum hatıralarım geldi aklıma.Ben unutmaya çalıştıkça kendini bana hatırlatan kalbimin en derinlerine sakladığım hatıralarım.Sonra yüzler belirdi,her söylediği yalana diyet olarak gözyaşlarını kullanan,onlara acıyıp yaptıkları hataları görmezden gelmemi isteyen,kendinden başka kimseyi umursamayan insanlardı bunlar.

Ben kaçmaya çalıştıkça her köşe başında karşılaştığım,yolumu kesip benden merhamet dilenenler çoğaldı etrafımda.Her gördüğüm gölgeyi, onlara benzetmeye çalışırken buldum kendimi.Ben onları unuttuğumu sanarken,daha da yakınlardı artık bana.

Küçük üzüntülere büyük acılar yükleyerek herkesten teselli bekleyip,sırtını başkalarına sıvazlatmayı kendine görev edinmiş,istedikleri yerine gelince bu durumun doyasıya keyfini çıkaranları görünce gülüyorum.Susuyorum,günlerdir bozmamaya yemin ettiğim bir sükunetle.

Kendi vicdanını yok pahasına satıp sonra yaşamadığını farkına varan insanlar yığını.Siz onları görmezden geldikçe,arkanızı döner dönmez başlayan fısıltılı konuşmalar.

Düşündüklerim gerçekleşiyor bazen.Birden yağmur başlıyor ve pek de temiz olmayan hatıralarım yağmurla beraber akıyor şehrin pis mazgallarına.Kaybetmek hatıraları,bir yağmur damlası uzaklığında.

Tanıyorum...


Girdiği ortamlarda kendi fikirlerini söylemekten korktuğu için bir bukalemun gibi renk değiştirip o ortama uyan,insanları sakız gibi çiğneyip işi bittikten sonra bir kenara tükürüp atmayı her seferinde başarabilen,kendi gibi altın suyuna batırılmış dışı bir jelatin kağıdı gibi parlak ama kafasının içi zifiri karanlık olan insanlar tanıyorum.

Kahkahalarını sırf başkasına nispet olsun diye atan,bilgiliyim diye kendini överken ilkokul sıralarında öğrendiğimiz okuma fişlerinden daha kötü cümleler kuran,magazin programlarından tanıdığı insanları kendine idol seçen insanlar tanıyorum.

Her konuşmasını alkışlarla kesen sözde arkadaşlarının arkasından yaptığı dedikodularla gururunu cilalayan,toplumdaki hiyerarşik düzene göre herkesin bir üst basamaktaki insanın eteklerini öpmesi gerektiğini söyleyen insanlar tanıyorum.

Başkasına yararı dokunmasın diye kimseye görünmeden parmak uçlarında yürüyerek dolaşan,birkaç gün kapısı çalınmadığında da aynada arkadaşlarını kendine şikayet eden insanlar tanıyorum.

Nereden edinildiği belli olmayan ‘hayat eleştirmeni’ diplomasıyla herkesin hayatına çomak sokup kendini bu şekilde eğlendiren,başkası tarafından eleştirilince de bütün hazımsızlığıyla arkadaşına kapıyı gösteren çirkin parmaklı insanlar tanıyorum.

Kendisinin savunduğu yanlışları her zaman doğru kabul edip,başkalarının doğrularını her zaman yanlış kabul eden insanlar tanıyorum.

Araştırmanın vakit kaybı olacağını söyleyerek her bilginin önüne hazır gelmesini bekleyen ama buna rağmen eğitimin öneminden bahseden insanlar tanıyorum.


Ve korkmuyorum karanlıktan bu insanlardan korktuğum kadar.

Maviyle yıkarken gözlerimi..


Maviye boyadım sabahlarımı
Uçsuz bucaksız bir dünyaya uyandım
Sormadım nedenini yaşadıklarımın
Kabullendim
Vazgeçtim alışkanlıklarımdan
Aynalarda kendime bile bakmadım
Hayal ettim yüzümün kıvrımlarını
Anladım kıymetini zamanın
Boşa harcamadım hiçbir anını
Her şehrin büyüsüne kapılmadım
Beni başkalarıyla aldatıyorken
Soğuk kaldırımlarda ayak izlerimi bıraktım
Göremedim geriye dönüp baktığımda hiçbirini
Vapurların buğulu camlarına yazdığım isimlerim gibi
Hepsi yok oldular
Belkide hiç yoktular

Bilinmez kıymeti özgürlüğün


İki arkadaş yıllar sonra karşılaşır. Arkadaşı diğerine ellerini gösterir.
“ne zamandır titriyor bir türlü engel olamıyorum.”der.
“O ellerin titremesi çok doğal.O eller senin vücudunun bir parçası olmaktan utanıyor çünkü.”
“Nasıl yani”
“Bak en son ne zaman karşılaştık biz seninle .Yıllar önce değil mi?Daha gençtik önümüzde uzun yıllar vardı.Senin ellerin zamanında hırsızı,dolandırıcıyı alkışladı.Sana o kadar anlatmaya çalıştım bir kez bile dinlemedin beni.Sen ve senin gibiler sırf yalakalık olsun,işleriniz bozulmasın diye sustunuz.Başkaları hakkını arayınca,sizin gibi kafasını kuma gömmeyince,hemen o küçücük dünyanızda ezberlediğiniz bütün kötü sıfatları kullanmaya başladınız.Tıpkı birer kum saati gibiydiniz beyniniz boşaldı ama cebiniz doldu.Sizler kitap kokusunu leş kokusuna tercih ettiniz.Gençlerin geleceğini yeşil banknotlara tercih edip,dışarıda yükselen çığlık seslerini size duymanız için bahşedilen kulaklarınızı yurtdışından getirttiğiniz tıpalarla kapadınız.Her konuda yorum yapan o düşük çeneleriniz her hırsızlıkta,dolandırıcılıkta,adam kayırmacılığında sustu.Herhangi bir konu hakkında hiçbir fikriniz olmamasına rağmen hayatı boyunca bilgiye aç olan,araştıran,kitap okuyan insanların canına okudunuz.Siz sadece dürüstlüğün “dürüstlük” şeklinde yazıldığını biliyorsunuz hepsi bu.Tıpkı don kişot gibi aslında var olmayan yel değirmenleri dövüyor sonrada buna cesaret diyorsunuz.Dünya düzenin nasıl işlediğini,ülkelerin nasıl sömürüldüğünü,insanların nasıl köleleştiği hakkında hiçbir fikriniz olmamasına rağmen yıllarını kütüphanelerde geçiren bir tarihçi edasıyla hindi gibi kabaran omuzlarınızla bulunduğunuz ortamlardaki insanların görüşlerine asla karşıt görüş oluşturmayacak yorumlar yaptınız.Yabancıların bölücü emellerine bilerek ve isteyerek alet oldunuz ve başkalarını da alet ettiniz ve kalktınız bunun adına küreselleşme-globalleşme dediniz.Kirli ellerinizle bu temiz toprakları satmaktan hiç çekinmediniz. Seminerlerde yabancıların görüşlerini harfi harfine ezberleyip bu ülke insanlarına dikta etmeye çalıştınız, topraklarımızı peşkeş çektiniz.Geleceğinizi vakıflara,fonlara,hisset senetlerine,yabancı bankalara,yabancı devlet tahvillerine sattınız.Toprağımıza,petrolümüze,madenlerimize,fabrikalarımıza göz diktiler ve siz buna özgürlük dediniz,serbest piyasa ekonomisi dediniz.Şimdi lütfen bana o ellerinin titrediğini söyleyip kendini küçük düşürme."
“Söyleyecek tek bir sözüm bile yok ben sırf günümü kurtarma peşindeydim hepsi bu.”
“Günü kurtarayım derken ülkenin geleceğini sattığını farkına varman için elimden geleni yaptım.”
“Özür dilerim,çok özür dilerim.”
“Benden değil bu ülke insanlarından özür dile.Hem de hepsinden,ömrün ve gücün yeterse tabi.”


Gündelik kültür

Kültür anlayışımız bize dayatılan popüler kültürden ibaret olmak zorunda mı?Tüketimi bu kadar kabullenip üretim adına bir arpa boyu yol alamamamız hiç garip gelmiyor mu?İnsan için tüketim bir ihtiyaç evet peki ama üretim bir ihtiyaç değil mi? Popüler kültür,bana göre bugün değerli gibi gözüken ama yarına hiçbir değeri kalmayan geçici bilgiler toplamıdır .İhtiyaç olanından fazlasına sahip olduğumuz zaman bütün sorunlarımız çözülüyor mu?“Bir alana bir bedava” mantalitesiyle insanları soymanın adını “pazarlama başarısı” olarak değerlendirmek mantık çerçevesinde imkansızdır.

Hipnotize olmuş bir şekilde reklamlarda,dizilerde olan biten herşeyi ezbere bilirken,günlük tutmayı bile beceremeyip kendimiz ve hayatımız hakkında bir cümle bile kuramamamız bizi hiç rahatsız etmiyor.Aksine yazmanın,okumanın zaman kaybı olacağını düşünüp kütüphaneleri değil kahvehaneleri dolduruyoruz.

Ülkenin gençlerine “biz size eğitim veremiyoruz,dershanelere gitmelisiniz” diyen bir Milli Eğitim Bakanlığı düşünün ve ezberci sistemi de bu gerçeğin içine dahil ederek sonucu 2 ile çarpın.

Müzik zevkimizi “top 10” ,giyimimizi “moda” belirliyor(!).Sanki bize dayatılan bu seçeneklerden başka şansımız yokmuş gibi , kabul ediyoruz herşeyi.

Düşünmenin değerinin olmadığı,insanlara sorgusuz-sualsiz kitle iletişim araçlarında gördükleri herşeye inanmalarını aşılayan ,popüler kültürün gerçek kültür olduğunu söyleyenlere inanmayın.Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki gerçeğe hiç bu kadar yalan katılmamıştı.

Hayatımızdaki aynalar


Aynaya bakar gibi hissediyorum kendimi,bulvarların soğuk kaldırımlarında durup insanlara bakarken.
Bir farklılık yaratmaya çalıştıkça herkes daha çok birbirine benziyor sanki.İmkansızı başarmaya çalışarak çok mu budala gözüküyoruz uzaktan bakınca.
Yaralarımızı saklamaya çalıştıkça güneş daha çok parlıyor.
Hekimlerin yazdığı reçeteler iyileştirmiyor bizi.
Yapmacık insanlar arasında zamanımızı geçirmeye başladıkça onlara benziyor düşüncelerimiz,hareketlerimiz.

Kendimizle insan sarrafıyız diye övünürken,sakız oluyoruz kirli ağızlara.
Herşeyi kabulleniyoruz,merak duygumuz yok olmaya başlıyor.
Hayat acı bir tat bırakıyor kuruyan dudaklarımızda.
François Millet'in tabloları gibi sarı tonlar ve hep bir hüzün hakim hayatlarımızda.
Doğuştan kabul edilmiş o derin yalnızlık..

İmzasız manifestolar


Kağıtlar dolusu liste.
Listenin başından sonuna kadar hep yapmamamız gerekenler yazılı.
Topluma uyum sağlayamazmışız,ayıplanır dışlanırmışız.
Başkalarını kendilerine inandırmak için yazılmış,kopya çekildiği belli olan,karalanmış cümlelerden başka birşey görmüyorum

ben.Son derece özensiz yazıyla yazılmış bir manifesto bu.Ve bize bu safsatalara uymamız söyleniyor.
Öyle bir liste yapmışlar ki hangi tür sanatı seçeceğimizede onlar karar veriyor.
İtiraz edince size asi yaftasını yapıştırıp sonsuza denk lanetliyorlar.
Susmuyorsunuz hiçbirine karşı.Cevaplarınızı bir bir suratlarına çarpıp, bize dayatmaya çalıştıkları içi boş hayatın bu bedene sığmayacağından onlar gibi olmayacağınızdan bahsediyorsunuz.
Öfke nöbetleri geçiriyorlar.
Efendi-Köle ilişkisindeki gibi yerimizi bilmemizi istiyorlar.
Siz itiraz ettikçe müzikleri,kitapları ve sanatı yasaklıyorlar.
Kitapları yakıyorlar meydanlarda.
Ortaçağda insan yakarlardı günümüzde ise insanlığın ürünlerini.
Tıpkı nazi almanyasındaki gibi.
Kitaplar intikamını almadı mı zamanın Almanyasından diye geçiriyorum içimden.
İntikam günleri ufuğu kızıla boyuyor.
İnsanlığa, bilime,felsefeye düşman ,kıvrımsız(*) beyinler tarafından yaratılan ve savunulduğu andan itibaren dünyasını hiç
geliştirmemiş sığ bir görüş empoze ediliyor damarlarımıza.
Gerisi aynı hikaye.
Aydınlığın karanlığa karşı savaşı.
Bir dikili ağacı olmayanlar ,ormanlarıda yakıp gidiyor öte tarafa.
Geceleri hummalı bir çalışma var insan fakiri sokaklarda.
Efendilerine haberler yetiştiriyor çarpık bacaklı uşaklar.
Fısıltılar birbirine karışıyor.
Muhbir uşaklar parmakla gösteriyorlar onlardan olmayanları.
Cepleri dolgunlaşırken ,kalpleri boşalıyor.
Elleri bağlı bir köşe başında bütün sükunetinizle izliyorsunuz olup biteni.
Öyle durgun ki insanlar yüzlerinde anlamsız bir ifadeyle geziyorlar.
Ruhları şırınganın ucunda kalmış belli.
İdeolojilerin neyi savunduğu anlamadan onun savunduklarından olsa gerek.
Oysaki sen kendine inanmışsın.
Bİr mum ışığında olsa bile okumanın tadına varmışsın.
Bu heyecanı hiçbirşeye değişmeyeceğini biliyorsun.
Sen aydınlanınca etrafındakilerde ışık saçmaya başlıyor görüyorsun.
Seni bu inançtan vazgeçirmeye çalışanların suratına tükürüp yoluna devam ediyorsun.

Dünya dönmeye devam edene dek, sende kaleminin karanlıkları yakacağına yemin ediyorsun.

Birilerini beklerken


Bu şehir kışları ihtiyarlıyor.Sokakları hep ıslak durmadan ağlıyor.
Ağaçlar kuruyor,güneşi görmeden yaşıyoruz onu sadece hayal ediyoruz renksiz rüyalarımızda.
Ellerimiz ceplerimizde, kaldırım taşlarının renklerini ezbere biliyoruz.
Yaşamaktan utanır gibi başımız hep eğik.
Gölgelerimiz çamurlu sularda oynuyor.
Soğuk içimize işlerken ağzımızdan çıkan buhar gibi havaya savrulup kayboluyoruz.
Ve sen birini tanıyorsun hep aynı camın önünde oturan.
Sokakların kesiştiği bir apartmanın en üst katında.
Tabladaki sigaraları taşmış o da bu şehir gibi ihtiyarlamış.
Birisini bekliyor belli.
Topak topak kağıtlar saçılmış etrafa.
Mektup yazmayı bile becerememiş.
Bu şehir gibi dağınık.
Radyonun cızırtılı sinir bozan sesi rahatsız etmiyor bile.
Duymuyor hiçbir sesi tıpkı bu yaşa kadar kalbinin sesini duymadığı gibi.
Kaç zaman olmuşda kimse halini hatrını sormamış.
Kendi evinin zil sesini unutalı kim bilir ne kadar olmuş.
Telefonun yanındaki rehberi toz kaplamış.
İçindeki telefon numaraları nicedir hiç aranmamış.
İsimler birer birer göcüp gitmiş öte dünyaya.
Dolabındaki en renkli kıyafeti kahverengi.
Bayatlamış bisküvileri masada duruyor.
Zaman hiç ilerlemiyor hep aynı sanki.

Nadasa çekilen hayatlar





Aç gözlerini artık...
Bakıyorsun evet ama görmüyorsun ki
Karanlıktan aydınlığa varman için
Bir cevap yeterdi sana
Soru soracak cesaretin yok senin
Bundandır işte hep bahane üretmelerin
Ellerim temiz diye gezinme ortalıklarda
Tırnaklarının arasındaki pislikler duruyor hala


Mücadele ver artık...
Kazanmak için uğraş yok edilen değerleri
Nedenin yok başkalarına yalvarman için
Bir vicdan yeterdi sana
Bağırmak için uğraşma başka seslere karıştı sesin
Ve midemi bulandırıyor o iğrenç nefesin
Doğruluk aranmaz kambur duran insanlarda
Söylediğin çirkin sözler hala kulaklarımda


Ufkunu genişlet artık...
Griye tercih etme gökyüzünün ebruli rengini
Bir sebep söyle bana yerinde sayman için
Bir hayalgücü yeterdi sana
Düşünmek olsun hayattaki en zor eylemin
Yenileneceksin, derinlerine daldıkça düşünce denizinin
Hayat pusulan başka ellerdeyken özgürlükten anlatma bana
Kalbinin sesine kulak ver nefretten çürümemişse hala

EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu