30 Eylül 2009 Çarşamba

Herşeyi kendine saklayan insan



Yazamamak,paylaşamamak.
Araştırdığı,gözlemlediği herşeyi bir şekilde kendine saklıyor insan ,bencilce davrandığını farkına varmadan.
Paylaşmanın ne demek olduğunu,neler hissettirdiğini öğrenmemiş ki,öğrenmek de istememiş zaten.
Görüyorum böyle insanları çokta uzakta değiller.Hatta ben ne kadar uzaklaştıkça ,o kadar yakınlaşıyorlar
bana.Ve şunu demek geçiyor içimden."Sen herşeye sahip olmaya çalışan hiçbirşeysin."Sonra yüzünün alacağı şekli düşünüyorum, gülüyorum.Belki de olağan pişkinliğiyle hiç üstüne alınmayacak söylediklerimi.
O kendi dünyasının tek efendisiyken dünyaya da hükmetmeye kalkacak kadar cahildir oysa.
Alışkanlıklardan vazgeçmeyi hiç düşünmemiş,yaratıcılığın başkalarının cümlelerini,hayallerini ezberlemek sanıp gerçeği hiçbir zaman farkına varamamış.
Doğruları bile kendine saklar.
İnsanlara yalan söyler.
Sonra bir başka yalan daha.
Sonunda kimse gerçeği söylemez olur.
Dil yalana alışınca,kalbe doğruluk uğramaz olur.
Erkenden yorar insanı hayat.
Hatırlayamaz olur söylediklerini,hangisinin gerçek olup hangi yalanı düşlediğini.
Alışmıştır bir kere başka seslere kulak verip, kendi sesini duymazdan gelmeye.
Bilmez ki "İçindeki sesleri sessizliğinle dağıtamazsın."
Çok geç olmadan hataya düşmeyelim ,hayatı düşleyelim..

Düşünmek



"Düşünmek",içi boşaltılan bir eylem oldu son zamanlarda.
Bakıyoruz ama görmüyoruz,okuyoruz ama anlamıyoruz..
Çağımızın en önemli hastalığı, ne H5N1 virüsü, ne de H1N1 virüsüdür.
Düşünememektir enine boyuna hayatı,insanları,kendimizi

.
Ne yaptığımızı,ne yapacağımızı.
Tesadüfen gördüğünüz bir fotoğraf,duyduğunuz bir müzik,okuduğunuz bir kaç satır, hayatınızda farklılıklar yaratır.
Ne tuhaf değil mi?
Geçmişten günümüze milyarlarca insan yaşamış.
Biz sadece bazılarının ismini biliyoruz.
Düşünenleri,düşünmeyi sevenleri,düşüncelerinden birşeyler üretenleri.
Öyle zamanlar olur ki,yaşayanların ismi hiç anılmazken yüzyıllar öncesinde ölenlerin ismi rahmetle anılır.
Geriye bıraktıkları kalplerde yaşar.


Algıladığımız herşey belli bir zamandan sonra değerini yitiriyor.
İlk heyecan yerini alışkanlığa bırakıyor.
Duyguları,insanları,düşünceleri tüketip yeni tüketecek şeyler arıyoruz.
Soru sormaktan çekindiğimiz için, kendimiz cevap vermeye çalışıyoruz bildiğini sandığımız her konuya.
Felsefe,araştırmaktır ve eleştirmektir bir yerde.
Merak etmeyen,sorgulamayan kişi için hayat herşeyi kabul ediştir.
Düşünmeden herşeyi kabul eden insan,üç boyutlu dünyaya tek boyutlu bakmakla yetinir.

Refleksif bir düşünme yöntemini benimsemiş insanlar, soru sormaktan çekinmez,öznel hayata nesnel bir pencereden bakar.

Yukarıda tarif edilen insan modelinden hangisi olmak daha kolay ?
Seçim senin.
Ya herşeyi kendine saklayan,karanlıkta saklanan olacaksın.
Yada herşeyi düşünen,sorgulayan,anlatan olup,içindeki sesleri susturmayacaksın.

FARKINDA MISINIZ? YANLIŞ GİDEN BİRŞEYLER VAR





Basit ve kolay bir düzeni bu kadar zorlaştırmak birilerinin görevi olmak zorunda mı ? Bütün kullanılan teknik terimler,grafikler aslında insanların kafasını karıştırmak için birer illüzyondan ibaret. Eğer içinde bulunduğumuz her şeyi “dünya barışı,açlığı yok etme” için yapılıyorsa ve gerçekten sizde buna inanıyorsanız,neden günde 24 bin insan açlıktan ölüyor? 2008 yılında ülkelerin silahlanmaya harcadığı para 1.5 trilyon dolardı.Ve silahlanma ve açlık birbirine paralel bir şekilde artıyor.
Kesinlikle ters giden bir şeyler var.Peki biz niye bunları fark etmek yerine,burnumuzun dibinde olan olayları görmüyoruz? Cevabı çok basit , çünkü hiç kimse bu olayları bize anlatmıyor ,göstermiyor. Bu kördüğümü görmek,çözmek ve anlamak sadece sizin kişisel çabanıza bağlı.



Dünya toplumlarını sömürmek için yaratılan hipotezlerin hep bir tarafları eksik kalıyor. Yerinde tespitlerle ‘sömürge’ ülkelerin ipliğini pazara çıkarmak her ‘sömürülen’ ülke vatandaşının birincil görevidir.Eğer dünyanın gerçekten kusursuz bir biçimde yönetildiğini düşünüyorsanız,bu yazıyı buradan sonra dikkatle okumanızı tavsiye ederim.


Medyanın bize “son dakika” haberi olarak sunduğu haberlerin aslında sabun köpüğü gibi geçici olduğunu farkına varmalıyız. Çünkü medya hiçbir zaman bize yararlı ve gerçek bir bilgi sunmaz.En önemli bilgileri kendisine saklar.Dünyada ve ülkenizde olan biten olaylar sadece televizyonda ve gazetede gördüğünüz haberlerden ibaret sanırken aslında gerçekten bilmeniz gerekenler size hiçbir zaman söylenmez.Siz ise her şeyden haberdar olduğunuzu sanıp gördükleriniz hakkında fikir yürütür,bir sonuca varmaya çalışırsınız. Kimin nasıl yemek yaptığı ,nasıl şarkı söylediği yada kendine evlenmek için nasıl bir uygun eş aradığı üstünüze vazifeymiş gibi izlersiniz.Bunların hepsi illüzyondur aslında,bazı şeyleri fark etmeyelim diye.

Öyle bir hale getirirler ki sizi ,yıpratılan değerlerimize sahip çıkmayı söyleyenlere deli gözüyle bakarsınız çünkü size göre her şey normaldir. Kahvehanelerdeki kalabalıklar vakit öldürmeyi tercih ederler, kütüphanelerdeki kitaplar ise kaderlerine razı olurlar.Her sokakta mantar gibi türer kahvehaneler.Kütüphanelerin kapılarına ise kilit vurulur kimsesizlikten.


Pazarlama mantelitesiyle “değişim”den bahsederler.Bu sadece toplumu kendi istedikleri şekilde yönetmekten,kendi karlarını arttırmaktan başka bir şey değildir.Size sunulan ürünü almak zorundaymışsınız gibi hissedersiniz.


Size bazı şeyler anlatırlar ve buna inanmanızı isterler.Buna karşılık tam bu düşüncelerin karşısında duran başka paradokslarda vardır.Kafanız karışır,hangisine inanacağınızı şaşırırsınız.Sizden seçim yapmanızı isterler.Ve size doğru gelen şeyi seçersiniz oysa ki onun diğerinden farkı yoktur, özünde aynıdır.


Bir kişinin tam olarak ne düşündüğünü elbette bilemeyiz ama o kişinin yaptıkları bize ne düşündüğe dair ufak ipuçları verir.O ipuçlarını toplayarak fikir yürütmek ve kişinin nasıl bir karakter olduğunu çözmek biraz zaman ve sabır gerektirir.Siz bunları çözmek için uğraşırken perdenin arka tarafındakiler ise olan bitenden son derece rahatsızdır. Gerçekleri görmememiz için yolumuzun üstüne kalın perdeler çekilmiş ,perdeyi aralayarak bakanları bile ifşa edip suçlu ilan ediyorlar.



Borç ,rüşvet ve tehditlerle sindirip toplumları kukla gibi oynatmak varken birilerinin çıkıp buna hayır demesi dünyayı yönetenlerin hoşuna gitmez elbette.


Dünya nüfusunun sadece %1’i dünya kaynaklarının %40’na sahiptir.Diğer yandan da dünya nüfusunun %50’si günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşıyor.Bu aradaki fark gün geçtikçe daha da büyüyor.Köleleştirilen insanlar susmaya mahkum ediliyor,konuşturulanlar cezalandırılıyor.Hani insan hakları,eşitlik ve sözde dünya barışını sağlamak için kurulan uluslar arası kuruluşlar? Onlar aslında insanların gözlerini boyamak için kurulmuşlardır,ezilen ulusları değil emperyalist ülkelerin çıkarlarını korurlar.Siz bu kurumları medya aracılığıyla tanır,onların soruna çare olacağını düşünürsünüz.Ama onlar açlığı,sefaleti önlemek için değil bu sorunları diğer ülkelere de yaymak için vardır.


Adam Smith’in yarattığı ideolojinin bugün artık değerini yitirmediğini kim söyleyebilir ?
"Bırakınız gitsinler bırakınız yapsınlar" sözünün uygulayarak dünyanın nasıl çürüdüğünü hep beraber görüyoruz. Kendi emperyalist ülkelerine ‘özgürlük’ isteyenlerin başka ülkelerin özgürlüklerinden çaldıklarını görmüyor musunuz?


Fena halde kandırılıyoruz daha da fenası kimse kandırıldığının farkında değil.


Ve şunu unutmayın ki,kimse savaşları durdurmak dünya barışını sağlamak istediği falan yok.Çünkü savaşlar bir avuç insanın çıkarını koruyan düzeneklerdir.Abd niye bu kadar savaşları seviyor sanıyorsunuz?Kendi petrol ve şirketlerini zengin etmek için. 21.yüzyılda bütün savaşların tek galibi silah şirketleridir.ABD silah harcamalarının yüzde 45`ini tek başına gerçekleştiriyor.Silah ticaretinden kazandığı paraları 3.dünya ülkelerini daha da sömürmek için harcıyor.


Gerçekleri görmek için tarihe şöyle bir göz atın ,bütün aradığınız cevapları bulacaksınız.


Bildiğiniz her şeyi insanlara anlatın ,bilgi paylaşılınca değerlenir kendine sakladıkça değil.

Herkesin unuttuğu kişi


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, keçiler berber iken, develer tellal iken ülkenin birinde hükümdarın biri yaşarmış.Her istediğinin gerçekleşmesi için bütün olanaklarını kullanır,her şeyi ele geçirince arsız bir çocuk gibi şımarırmış.Bir rivayete göre şehrin her bir tarafına dev aynalar diktirerek kendine “dev ayna”sından bakarmış.Eğlenmek için kendilerine meddahlar satın almış.Sarı dişlerini herkese göstere göstere gülermiş meddahlar onu eğlendirdiği zaman.Eski bir tebeşirle yere boydan boya düz bir çizgi çizmiş. Bunu niye yaptıklarını sorduklarında ise cevabı net olmuş “Kim benim tarafımda ,kim değil kolay anlayayım diye.Dostumu ,düşmanımı birbirinden ayırmam gerek”.

Sonra günlerden bir gün bütün ağaçların kesilmesi emrini vermiş,kimsenin ondan büyük gözükmesini istemiyormuş.Adamları dediğini yapmışlar bütün ağaçları kesmişler ,şehir çıplak kalmış ,kavurucu sıcaklarda gölgesine sığınacak tek bir ağaç kalmamış.Halk kızmaya başlamış olan bitene .”susun siz ne anlarsınız biz bu ağaçları keserek gerekeni yaptık,siz kendi işinize bakın” diyerek terslemiş herkesi.Ama halk kesilen ağaçların yerine yenilerini isteyince herkese konuşma yasağı getirmiş.Şehirde sadece hükümdarın çirkin kahkahaları duyuluyormuş.

Zamanla her şeyi yasaklamışı ,konuşmayı ,okumayı ,okulları.Çocuklar okula gitmek yerine ailelerinin yanında tarlaya gidiyorlmış.Bir gece hükümdarın emriyle bütün evler basılıp ,kitaplar toplandı.Ülkeyi bekleyen felaket kapıdaydı.Ne kadar doktor,bilim adamı,öğretmen,profesör varsa hepsini emrine çağırdı.”Bundan böyle sizler ilim için değil benim için çalışacaksınız.Boşverin ilimi.Siz ben ne istiyorsam onu yapacaksınız” diyerek hepsini kendi emrinde çalıştırmaya ikna etti.Artık ne hastalığı iyileştirebilen bir doktor,ne çocukları eğiten bir öğretmen ne de yeni buluşlar için var gücüyle çalışan bilim adamları vardı.Hepsi hükümdara boyun eğmişti.

Hükümdar son nefesini verdiğinde kimse tek bir gözyaşı dökmedi.Ve kimse o günleri konuşmadı ,herkes için unutulması gereken yıllardı.Bir daha o hükümdarın adını kimse telaffuz dahi etmedi, etmek istemedi.

Nerede yaşıyoruz?


İlk halini özleyen bir izmarit gibi ayaklar altına alınmak mıydı kaderimiz?
Yarınlar bugünlere benzeyerek,acılar insan yüzlerine bürünerek,baki olmayan hayatlarımızı ölümsüzleştirmek miydi bütün çabamız?
Kenarları yırtılmış,sonbahar sarısı fotoğraflardaki yüzlerimizi mi özlüyoruz?
Üstümüzdeki moloz yığınlarından kurtulmaya çalışmak yerine,bu kadar ruhsuz bir şekilde birisinin bize yardım etmesini mi bekliyoruz?

İspatlanmayan kehanetlere inanıp,zamane fikirlere kapılıyoruz.

Maraz doğar diye iyilik de yapamıyoruz başkalarına,faziletimizde geri verdik zaten ödünç almıştık başkalarından.
Dikenlere değilde güle kızıyoruz niye bu kadar güzel diye.

Ölü şehirler,kalpleri atmıyor artık.Çeşit çeşit sokaklar..kimi bozkırlara kimi bataklıklara çıkıyor..Bozkırlarda tek bir ayak izi bile yok,bilin bakalım nerede yaşıyoruz?

Çirkin yüzler


Kül rengi yüzünü yıkamaya üşenirdi her sabah.
İzmaritini yere atar ve tükürürdü kaldırıma.
Kendini başkalarına ispatlamak için zamane heyecanlara kapılırdı.
Moloz yığınlarının altında kalanların üstüne basıp geçerdi çünkü ona kimse fazileti öğretmemişti.
Dikenlerini ayıklayayım derken gül bahçesini talan ederdi.
Umursamamazlık maraz gibi yapıştı yakasına.
Nefret ediyorlardı arkadaşları bile o her şımarık bir kahkaha patlattığında.
Boşluğa düştüğünde bile kılını kıpırdatmadı, kendini kurtarmaya üşendi
Ölümsüzlük iksiri içmiş gibi baki sanırdı hayatını.
Kendine adamıştı hayatını, sadece kendi isteklerine ve ondan başka herkes sadece ayrıntıydı.

Nefes almak yaşamak değildir


Büyüttük.
İçimizde kinimizi, nefretimizi ,kıskançlığımızı


Fethettik...
Dünyaları,insanları ve doğayı.


Boğulduk...
Perdeleri sıkı sıkı kapalı güneş görmeyen evlerimizde.


Sığmadık...
Küçücük bedenimizle bu sonsuz evrene.

Kutuplaştık...
İki ayrı dünya olduk

Yıktık...
Kendi dünyamızı ve başbakalarının hayallerini...

Gurur duyduk...
Bizim boyumuz yükseldikçe aşağıda kalanlara tepeden baktığımız için.

Güldük...
Usta bir komedyenin oyununa güler gibi herkesin hatalarına

Kuşkulandık...
Bize kalbini açan insanlardan, hep bir yanlışlarını aradık.

Ağladık...
Hıçkırıklara boğulduk kendimizden başka gülen yüzleri görünce.

Soluksuz kaldık...
Hayat maratonunda herkesi geçmek için.

Sevmedik...
Ne bir insanı,ne bir başka canlıyı kendimizi bile.

Drametize ettik
Başkalarının önemsemediği o küçücük sorunlarımızı.

Görmedik.
Hastanelerde,huzurevlerinde,yetimhanelerde yatanları


Umursamadık.
Asıl dertlerin başkalarında olduğunu.

Hatırladık...
Arkadaşlarla sıcak sohbetlerde içtiğimiz kahvenin sadece o nahoş tadını.

Soluksuz kaldık..
Sanki rampalara tırmanır gibi,kendimizden kaçtık koşar adımlarla.

Eğildik.
Başkalarının karşısında ,ağaç gibi durmanın kıymetini bilemedik.



Paylaşmadık...
Hiç bakmadık etrafımıza .
Doğa yağmuru paylaştı beraber büyüdü
Güneş herkese eşit dağıttı sonsuz hikmetini.
Ona bile yeri geldi sövdük,kızdık,kovaladık bulutların arkasına.
İstiridye gibi kapattık kapımızı başkalarına.
İnci gibi değerli sandık kendimizi.

Düşünmedik ,anlamadık ,reddettik
Ve zaman akıp geçsede biz hiç 'yaşamadık'

Bir ruh dört mevsim


Kışın her yer beyazı kuşanır,bu zırhı hiç çıkarmaz üstünden böylece kötülüklerden koru kendini.Talaş gibi ufalanır karlar elimizde.Kardan adamlar yaparız,güneşe yenik düşeceğini bile bile.Buğulu camlara yazdığımız isimlerimiz kalır geriye.Sözlerimizin buharlaşıp havada uçuştuğu,ayak izlerimizin birbirine karıştığı ,gece olup şehir siyaha boyandığında insanların sisin içinde kaybolduğu,sesi özlediğimiz zamanlar.Başkalarının ayak izlerini takip ederek , kendimize hayatlar yaptığımız zamanlar.
Yaprakların tatlı bir turuncuya çaldığı vakittir sonbahar.Biraz matem vardır havasında.Belli belirsiz bir hüzün çöker içimize. Gidenlerin hiç dönmediği bir mevsimdir.Kimi zaman gökyüzünde sadece grinin hakim olduğu,puslu,yağmurlu bir şehrin görüntüsüdür aklımıza düşen.Renkleri çalınmış sokaklarda geçer hayatlarımız.
Oyunlarımızın hiç bitmediği zamandır yaz.Güneşin bütün ihtişamıyla gözlerimizi aldığı zamanlar.Çocukken isli camlardan bakardık güneşe,şimdi güneşe bakacak cesaretimiz kalmadı.Hayatı düşe kalka öğrendiğimiz,dizlerimizin kanadığı,sapanla komşunun camlarını avladığımız ve hep mutlu olduğumuz çocukluk çağlarımız..
Sözlerimin sonu hep bahara vardığı için onu sona sakladım.Dünya güneşle dolarken,yüreğimde umutla dolar bu mevsimde.En güzel yeşillerini giyer,süslenir doğa.Yenilenir,nefes alır ve adet yeniden doğar.Güneşi depolar kendine ,kışa hazırlık için.Ufuk çizgisinde gökyüzü ve deniz birbirine karışır sonsuz mavilik içinde. Sanki kötülükler, tehlikeler bulutların arkasına saklanır gibi gelir bana.Martıların daha güzel şarkı söyler bu mevsimde,hiç sonu gelmez şarkılarının.

Ruhumuzun yerleşik bir hali yoktur.Dört mevsimi yaşar kendi içinde.Hayatımızın terzileriyiz ve kendi söküklerimizi dikmek zorundayız.

Yaşamalıyız bazen bir kaplumbağa hızında hayatı ya da bazen bir beygirin hızında.
Ve yaşamak içindeki o sesi bastırmak değil o sese kulak vermektir.
Sana ahmak diyenlere inat , içindeki sesi dinlemektir doğru olan.
Yıllardır zımparaladığımız düşüncelerimizi gün yüzüne çıkarmaktır.
Ve utanmamaktır düşündüklerinden, kendini kutlayabilmektir bu cesaretin için.

Umut ederiz ki herkesin kendini kutlayabildiği o zamanlar gelir geç olmadan.

Hayatı keşfetmek


Okumak...
Her kitap bir dostluğumuzun hikayesi.
Her çağda onlarca arkadaş bulmak kendine,kitapların sonsuz sayfaları içinde
Bize kalbini ardına kadar açan gizli dostlarımızdır kitaplar.Aramıza kimsenin nifak sokamadığı bir dostluk..
Bir mucizedir çağlar öncesinde sizinle aynı düşünceleri paylaşan insanları bilmek ve onların en mahrem sırlarını okumak.Geçmiş zamanlarda yaşayanların hayatlarına misafir olmak onlardan habersiz.Kese kese altınlar döksenizde kitaplara o rafta durmak değil okuyucusu tarafından anlaşılmak ister.Okumak,yazarın keskin kaleminin ustalığıyla büyülenmektir.Yaşlı bir adamın yüzündeki acıyı,kendini rüzgara bırakıp dans eden akasyaları tasvir ederken yazar ,sanki bizde o anda oradaymışız gibi hissederiz.Gerçek zamandan kopup,kitaptaki zamanda yaşarız.


Yazmak...
Düşüncelerimizin kelimelere ve sayfalara dökülmüş hali.
Zaman kavramı yok yazarken.Yazdıklarımızını efendisi yazamadıklarımızın kölesiyiz.
Kalemden kağıda doğru akar düşünceler ve biz sadece onların bu muhteşem buluşmasını izleriz.
Dünya mürekkebimizin ucunda işte.
Zordur bir kalem ve bir kağıttan hayatlar yaratmak kendine.
İster samandan kağıda,ister bir mendile yazmak düşünceleri.
Yazabilmek cesarettir.
Beyninizdeki sis dağılmaya,hayatınızdaki boşluklar dolmaya başlar.
Engin bilgilerede sahip olmak gerekmez bir iki satır karalamak için.


Sanık sandalyesine başkalarını oturtmak yerine kendimiz geçelim bu seferlik.
Sorgulayalım ne kadar okuyoruz,düşünüyoruz ve yazıyoruz?
Zamanın dişlileri arasında ezilmeden harekete geçmeli bir an evvel.
Okumak ve yazmak gerek zaman aleyhimize bu kadar hızlı işlerken.
Gerçi bunları yapmamakla da haksızda değilsiniz hani,düşünmek metelik bile etmezken.

Unutmaya çalışırken..


Bir kitapçının tozlu raflarında rasgele elime geçen bir kitabın sayfaları arasında gezinirken yazarın şu cümlesi çarptı gözüme”Dünyanın her tarafında insanlar acılarıyla övünür”.Benim gibi düşünen biri daha var diye geçirdim içimden.

Yaşanmışlıklarımı gözden geçirince bazı unuttuğum hatıralarım geldi aklıma.Ben unutmaya çalıştıkça kendini bana hatırlatan kalbimin en derinlerine sakladığım hatıralarım.Sonra yüzler belirdi,her söylediği yalana diyet olarak gözyaşlarını kullanan,onlara acıyıp yaptıkları hataları görmezden gelmemi isteyen,kendinden başka kimseyi umursamayan insanlardı bunlar.

Ben kaçmaya çalıştıkça her köşe başında karşılaştığım,yolumu kesip benden merhamet dilenenler çoğaldı etrafımda.Her gördüğüm gölgeyi, onlara benzetmeye çalışırken buldum kendimi.Ben onları unuttuğumu sanarken,daha da yakınlardı artık bana.

Küçük üzüntülere büyük acılar yükleyerek herkesten teselli bekleyip,sırtını başkalarına sıvazlatmayı kendine görev edinmiş,istedikleri yerine gelince bu durumun doyasıya keyfini çıkaranları görünce gülüyorum.Susuyorum,günlerdir bozmamaya yemin ettiğim bir sükunetle.

Kendi vicdanını yok pahasına satıp sonra yaşamadığını farkına varan insanlar yığını.Siz onları görmezden geldikçe,arkanızı döner dönmez başlayan fısıltılı konuşmalar.

Düşündüklerim gerçekleşiyor bazen.Birden yağmur başlıyor ve pek de temiz olmayan hatıralarım yağmurla beraber akıyor şehrin pis mazgallarına.Kaybetmek hatıraları,bir yağmur damlası uzaklığında.

Tanıyorum...


Girdiği ortamlarda kendi fikirlerini söylemekten korktuğu için bir bukalemun gibi renk değiştirip o ortama uyan,insanları sakız gibi çiğneyip işi bittikten sonra bir kenara tükürüp atmayı her seferinde başarabilen,kendi gibi altın suyuna batırılmış dışı bir jelatin kağıdı gibi parlak ama kafasının içi zifiri karanlık olan insanlar tanıyorum.

Kahkahalarını sırf başkasına nispet olsun diye atan,bilgiliyim diye kendini överken ilkokul sıralarında öğrendiğimiz okuma fişlerinden daha kötü cümleler kuran,magazin programlarından tanıdığı insanları kendine idol seçen insanlar tanıyorum.

Her konuşmasını alkışlarla kesen sözde arkadaşlarının arkasından yaptığı dedikodularla gururunu cilalayan,toplumdaki hiyerarşik düzene göre herkesin bir üst basamaktaki insanın eteklerini öpmesi gerektiğini söyleyen insanlar tanıyorum.

Başkasına yararı dokunmasın diye kimseye görünmeden parmak uçlarında yürüyerek dolaşan,birkaç gün kapısı çalınmadığında da aynada arkadaşlarını kendine şikayet eden insanlar tanıyorum.

Nereden edinildiği belli olmayan ‘hayat eleştirmeni’ diplomasıyla herkesin hayatına çomak sokup kendini bu şekilde eğlendiren,başkası tarafından eleştirilince de bütün hazımsızlığıyla arkadaşına kapıyı gösteren çirkin parmaklı insanlar tanıyorum.

Kendisinin savunduğu yanlışları her zaman doğru kabul edip,başkalarının doğrularını her zaman yanlış kabul eden insanlar tanıyorum.

Araştırmanın vakit kaybı olacağını söyleyerek her bilginin önüne hazır gelmesini bekleyen ama buna rağmen eğitimin öneminden bahseden insanlar tanıyorum.


Ve korkmuyorum karanlıktan bu insanlardan korktuğum kadar.

Maviyle yıkarken gözlerimi..


Maviye boyadım sabahlarımı
Uçsuz bucaksız bir dünyaya uyandım
Sormadım nedenini yaşadıklarımın
Kabullendim
Vazgeçtim alışkanlıklarımdan
Aynalarda kendime bile bakmadım
Hayal ettim yüzümün kıvrımlarını
Anladım kıymetini zamanın
Boşa harcamadım hiçbir anını
Her şehrin büyüsüne kapılmadım
Beni başkalarıyla aldatıyorken
Soğuk kaldırımlarda ayak izlerimi bıraktım
Göremedim geriye dönüp baktığımda hiçbirini
Vapurların buğulu camlarına yazdığım isimlerim gibi
Hepsi yok oldular
Belkide hiç yoktular

Bilinmez kıymeti özgürlüğün


İki arkadaş yıllar sonra karşılaşır. Arkadaşı diğerine ellerini gösterir.
“ne zamandır titriyor bir türlü engel olamıyorum.”der.
“O ellerin titremesi çok doğal.O eller senin vücudunun bir parçası olmaktan utanıyor çünkü.”
“Nasıl yani”
“Bak en son ne zaman karşılaştık biz seninle .Yıllar önce değil mi?Daha gençtik önümüzde uzun yıllar vardı.Senin ellerin zamanında hırsızı,dolandırıcıyı alkışladı.Sana o kadar anlatmaya çalıştım bir kez bile dinlemedin beni.Sen ve senin gibiler sırf yalakalık olsun,işleriniz bozulmasın diye sustunuz.Başkaları hakkını arayınca,sizin gibi kafasını kuma gömmeyince,hemen o küçücük dünyanızda ezberlediğiniz bütün kötü sıfatları kullanmaya başladınız.Tıpkı birer kum saati gibiydiniz beyniniz boşaldı ama cebiniz doldu.Sizler kitap kokusunu leş kokusuna tercih ettiniz.Gençlerin geleceğini yeşil banknotlara tercih edip,dışarıda yükselen çığlık seslerini size duymanız için bahşedilen kulaklarınızı yurtdışından getirttiğiniz tıpalarla kapadınız.Her konuda yorum yapan o düşük çeneleriniz her hırsızlıkta,dolandırıcılıkta,adam kayırmacılığında sustu.Herhangi bir konu hakkında hiçbir fikriniz olmamasına rağmen hayatı boyunca bilgiye aç olan,araştıran,kitap okuyan insanların canına okudunuz.Siz sadece dürüstlüğün “dürüstlük” şeklinde yazıldığını biliyorsunuz hepsi bu.Tıpkı don kişot gibi aslında var olmayan yel değirmenleri dövüyor sonrada buna cesaret diyorsunuz.Dünya düzenin nasıl işlediğini,ülkelerin nasıl sömürüldüğünü,insanların nasıl köleleştiği hakkında hiçbir fikriniz olmamasına rağmen yıllarını kütüphanelerde geçiren bir tarihçi edasıyla hindi gibi kabaran omuzlarınızla bulunduğunuz ortamlardaki insanların görüşlerine asla karşıt görüş oluşturmayacak yorumlar yaptınız.Yabancıların bölücü emellerine bilerek ve isteyerek alet oldunuz ve başkalarını da alet ettiniz ve kalktınız bunun adına küreselleşme-globalleşme dediniz.Kirli ellerinizle bu temiz toprakları satmaktan hiç çekinmediniz. Seminerlerde yabancıların görüşlerini harfi harfine ezberleyip bu ülke insanlarına dikta etmeye çalıştınız, topraklarımızı peşkeş çektiniz.Geleceğinizi vakıflara,fonlara,hisset senetlerine,yabancı bankalara,yabancı devlet tahvillerine sattınız.Toprağımıza,petrolümüze,madenlerimize,fabrikalarımıza göz diktiler ve siz buna özgürlük dediniz,serbest piyasa ekonomisi dediniz.Şimdi lütfen bana o ellerinin titrediğini söyleyip kendini küçük düşürme."
“Söyleyecek tek bir sözüm bile yok ben sırf günümü kurtarma peşindeydim hepsi bu.”
“Günü kurtarayım derken ülkenin geleceğini sattığını farkına varman için elimden geleni yaptım.”
“Özür dilerim,çok özür dilerim.”
“Benden değil bu ülke insanlarından özür dile.Hem de hepsinden,ömrün ve gücün yeterse tabi.”


Gündelik kültür

Kültür anlayışımız bize dayatılan popüler kültürden ibaret olmak zorunda mı?Tüketimi bu kadar kabullenip üretim adına bir arpa boyu yol alamamamız hiç garip gelmiyor mu?İnsan için tüketim bir ihtiyaç evet peki ama üretim bir ihtiyaç değil mi? Popüler kültür,bana göre bugün değerli gibi gözüken ama yarına hiçbir değeri kalmayan geçici bilgiler toplamıdır .İhtiyaç olanından fazlasına sahip olduğumuz zaman bütün sorunlarımız çözülüyor mu?“Bir alana bir bedava” mantalitesiyle insanları soymanın adını “pazarlama başarısı” olarak değerlendirmek mantık çerçevesinde imkansızdır.

Hipnotize olmuş bir şekilde reklamlarda,dizilerde olan biten herşeyi ezbere bilirken,günlük tutmayı bile beceremeyip kendimiz ve hayatımız hakkında bir cümle bile kuramamamız bizi hiç rahatsız etmiyor.Aksine yazmanın,okumanın zaman kaybı olacağını düşünüp kütüphaneleri değil kahvehaneleri dolduruyoruz.

Ülkenin gençlerine “biz size eğitim veremiyoruz,dershanelere gitmelisiniz” diyen bir Milli Eğitim Bakanlığı düşünün ve ezberci sistemi de bu gerçeğin içine dahil ederek sonucu 2 ile çarpın.

Müzik zevkimizi “top 10” ,giyimimizi “moda” belirliyor(!).Sanki bize dayatılan bu seçeneklerden başka şansımız yokmuş gibi , kabul ediyoruz herşeyi.

Düşünmenin değerinin olmadığı,insanlara sorgusuz-sualsiz kitle iletişim araçlarında gördükleri herşeye inanmalarını aşılayan ,popüler kültürün gerçek kültür olduğunu söyleyenlere inanmayın.Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki gerçeğe hiç bu kadar yalan katılmamıştı.

Hayatımızdaki aynalar


Aynaya bakar gibi hissediyorum kendimi,bulvarların soğuk kaldırımlarında durup insanlara bakarken.
Bir farklılık yaratmaya çalıştıkça herkes daha çok birbirine benziyor sanki.İmkansızı başarmaya çalışarak çok mu budala gözüküyoruz uzaktan bakınca.
Yaralarımızı saklamaya çalıştıkça güneş daha çok parlıyor.
Hekimlerin yazdığı reçeteler iyileştirmiyor bizi.
Yapmacık insanlar arasında zamanımızı geçirmeye başladıkça onlara benziyor düşüncelerimiz,hareketlerimiz.

Kendimizle insan sarrafıyız diye övünürken,sakız oluyoruz kirli ağızlara.
Herşeyi kabulleniyoruz,merak duygumuz yok olmaya başlıyor.
Hayat acı bir tat bırakıyor kuruyan dudaklarımızda.
François Millet'in tabloları gibi sarı tonlar ve hep bir hüzün hakim hayatlarımızda.
Doğuştan kabul edilmiş o derin yalnızlık..

İmzasız manifestolar


Kağıtlar dolusu liste.
Listenin başından sonuna kadar hep yapmamamız gerekenler yazılı.
Topluma uyum sağlayamazmışız,ayıplanır dışlanırmışız.
Başkalarını kendilerine inandırmak için yazılmış,kopya çekildiği belli olan,karalanmış cümlelerden başka birşey görmüyorum

ben.Son derece özensiz yazıyla yazılmış bir manifesto bu.Ve bize bu safsatalara uymamız söyleniyor.
Öyle bir liste yapmışlar ki hangi tür sanatı seçeceğimizede onlar karar veriyor.
İtiraz edince size asi yaftasını yapıştırıp sonsuza denk lanetliyorlar.
Susmuyorsunuz hiçbirine karşı.Cevaplarınızı bir bir suratlarına çarpıp, bize dayatmaya çalıştıkları içi boş hayatın bu bedene sığmayacağından onlar gibi olmayacağınızdan bahsediyorsunuz.
Öfke nöbetleri geçiriyorlar.
Efendi-Köle ilişkisindeki gibi yerimizi bilmemizi istiyorlar.
Siz itiraz ettikçe müzikleri,kitapları ve sanatı yasaklıyorlar.
Kitapları yakıyorlar meydanlarda.
Ortaçağda insan yakarlardı günümüzde ise insanlığın ürünlerini.
Tıpkı nazi almanyasındaki gibi.
Kitaplar intikamını almadı mı zamanın Almanyasından diye geçiriyorum içimden.
İntikam günleri ufuğu kızıla boyuyor.
İnsanlığa, bilime,felsefeye düşman ,kıvrımsız(*) beyinler tarafından yaratılan ve savunulduğu andan itibaren dünyasını hiç
geliştirmemiş sığ bir görüş empoze ediliyor damarlarımıza.
Gerisi aynı hikaye.
Aydınlığın karanlığa karşı savaşı.
Bir dikili ağacı olmayanlar ,ormanlarıda yakıp gidiyor öte tarafa.
Geceleri hummalı bir çalışma var insan fakiri sokaklarda.
Efendilerine haberler yetiştiriyor çarpık bacaklı uşaklar.
Fısıltılar birbirine karışıyor.
Muhbir uşaklar parmakla gösteriyorlar onlardan olmayanları.
Cepleri dolgunlaşırken ,kalpleri boşalıyor.
Elleri bağlı bir köşe başında bütün sükunetinizle izliyorsunuz olup biteni.
Öyle durgun ki insanlar yüzlerinde anlamsız bir ifadeyle geziyorlar.
Ruhları şırınganın ucunda kalmış belli.
İdeolojilerin neyi savunduğu anlamadan onun savunduklarından olsa gerek.
Oysaki sen kendine inanmışsın.
Bİr mum ışığında olsa bile okumanın tadına varmışsın.
Bu heyecanı hiçbirşeye değişmeyeceğini biliyorsun.
Sen aydınlanınca etrafındakilerde ışık saçmaya başlıyor görüyorsun.
Seni bu inançtan vazgeçirmeye çalışanların suratına tükürüp yoluna devam ediyorsun.

Dünya dönmeye devam edene dek, sende kaleminin karanlıkları yakacağına yemin ediyorsun.

Birilerini beklerken


Bu şehir kışları ihtiyarlıyor.Sokakları hep ıslak durmadan ağlıyor.
Ağaçlar kuruyor,güneşi görmeden yaşıyoruz onu sadece hayal ediyoruz renksiz rüyalarımızda.
Ellerimiz ceplerimizde, kaldırım taşlarının renklerini ezbere biliyoruz.
Yaşamaktan utanır gibi başımız hep eğik.
Gölgelerimiz çamurlu sularda oynuyor.
Soğuk içimize işlerken ağzımızdan çıkan buhar gibi havaya savrulup kayboluyoruz.
Ve sen birini tanıyorsun hep aynı camın önünde oturan.
Sokakların kesiştiği bir apartmanın en üst katında.
Tabladaki sigaraları taşmış o da bu şehir gibi ihtiyarlamış.
Birisini bekliyor belli.
Topak topak kağıtlar saçılmış etrafa.
Mektup yazmayı bile becerememiş.
Bu şehir gibi dağınık.
Radyonun cızırtılı sinir bozan sesi rahatsız etmiyor bile.
Duymuyor hiçbir sesi tıpkı bu yaşa kadar kalbinin sesini duymadığı gibi.
Kaç zaman olmuşda kimse halini hatrını sormamış.
Kendi evinin zil sesini unutalı kim bilir ne kadar olmuş.
Telefonun yanındaki rehberi toz kaplamış.
İçindeki telefon numaraları nicedir hiç aranmamış.
İsimler birer birer göcüp gitmiş öte dünyaya.
Dolabındaki en renkli kıyafeti kahverengi.
Bayatlamış bisküvileri masada duruyor.
Zaman hiç ilerlemiyor hep aynı sanki.

Nadasa çekilen hayatlar





Aç gözlerini artık...
Bakıyorsun evet ama görmüyorsun ki
Karanlıktan aydınlığa varman için
Bir cevap yeterdi sana
Soru soracak cesaretin yok senin
Bundandır işte hep bahane üretmelerin
Ellerim temiz diye gezinme ortalıklarda
Tırnaklarının arasındaki pislikler duruyor hala


Mücadele ver artık...
Kazanmak için uğraş yok edilen değerleri
Nedenin yok başkalarına yalvarman için
Bir vicdan yeterdi sana
Bağırmak için uğraşma başka seslere karıştı sesin
Ve midemi bulandırıyor o iğrenç nefesin
Doğruluk aranmaz kambur duran insanlarda
Söylediğin çirkin sözler hala kulaklarımda


Ufkunu genişlet artık...
Griye tercih etme gökyüzünün ebruli rengini
Bir sebep söyle bana yerinde sayman için
Bir hayalgücü yeterdi sana
Düşünmek olsun hayattaki en zor eylemin
Yenileneceksin, derinlerine daldıkça düşünce denizinin
Hayat pusulan başka ellerdeyken özgürlükten anlatma bana
Kalbinin sesine kulak ver nefretten çürümemişse hala

EkleBunu Sosyal Paylaşım Butonu