12 Aralık 2010 Pazar

Biri vandalizm mi dedi?


Bu hafta kurulan her cümlenin "öznesiydi" öğrenciler. Kimin vandalllık ettiğini, karbondioksitle beslendiğini sayelerinde öğrenmiş olduk.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Hayalet çocuklar


Küçük bir kız görüyorum,

Bütün korkularını giyinmiş,

Kaldırımda kalmış gölgesi,

Vurunca yüzüne güneş,

Herkesten çok sevinmiş.

Gece üstüne çökünce şehrin,

Oyuncaktan kentler hayal etmiş.

Küçücük elleriyle bulutlar toplamış gökyüzünden,

Kimse güneşten mahrum kalmasın diye.

5 Aralık 2010 Pazar



Ara Güler-Uludağ/Bursa 1954

Dolaptaki kışlık giysilerinin arasından istediğini seçme hakkın varken, onun seçme hakkı yok, hatta adı bile yok.

14 Kasım 2010 Pazar

Harç bitti, hayat paydos!


Hayat bir mücadeledir, görünmeyen siperlere karşı Don Kişot olmaktır biraz. İsyanın bir diğer adıdır hayat, haksızlıklara karşı savaşmaktır, herkesin bitti dediği yerde her şeye yeniden başlamaktır.


Hiç kendi düşünceleriyle çelişmemiş insanlar, düşünmenin öneminden bahsederken uzayan burunlarıyla sırıtıp, mahalle ağzıyla konuşuyorlar ya, işte tam o anda diyorum, bir kahkaha patlatsam çirkin suratılarına karşı, çok mu ayıp etmiş olurum?Yalanın, ikiyüzlülüğün bağımlılık yaptığı bünyelerde ne gibi bir hükmümüz olabilir ki? Ben onlara benzemekten korkarım, hem de çok korkarım. Rüyama girseler onu kabus niyetine sayarım. Hep tüketip hiçbir şey yaratmamalarından korkarım en çok.



Kalabalıklar, her biri kendi derdine düşmüş insanlarda oluşan yığınlar oldu sadece. Oysa o kalabalıklar neler başarabilir? Gökyüzünden bakınca karınca gibi çalışan insanlar gördüğümüzü sanırız, biraz daha yaklaştıkça dünyaya, herkes ağustos böceğinden farksızdır oysa ki. Herkes ekmeğin kutsallığından bahseder ama kimse ekmeğine sahip çıkanı sevmez. Şans oyunlarının dönen toplarına bakmaktan hipnotize olmuştur kutsanan beyinlerimiz. Sıkıldığımız bu kaos ortamından çıkmak için kendi yazdığımız reçetelerin bir işe yaradığını varsayarız. Sonuç yine mağlubiyettir. Fanatizm ve nefret kokan futbol maçları, her biri kendi içinde yalan barındıran yarışma programları, depresyondan çıkmak için vantuz gibi yapışılan süslü vitrinler, ellerimize yapışan cep telefonlarımız... Hiçbiri içimizdeki boşluk duygusunu gidermeyecek. Kendi benliğimizi bulmadığımız sürece yaşayan birer ölü olarak kalacağız. Hep bulanık göreceğiz hayatı, kafamızdaki sisleri dağıtmadan.


Sana bir tavsiyem var. Bulabildiğin ilk çimenliğe uzanıp, şöyle sormalısın kendine; "Bize verilen hayattan ne kaldı ki geriye?"

31 Ekim 2010 Pazar

Taksim'e ilk otobüs ne zaman?


Böyle güzel bir sabahı ancak böylesi bir olay gölgeleyebilirdi, öyle de oldu. Mağaralarından çıkan yarasalar, kan içebilmek için Taksim Meydanı'nı seçmişti. Canlı bomba denilen zat-ı muhterem, bir an bile düşünmeden bombasını patlatmış, ulvi amacına ulaşmıştı. Yaşasaydı sormak isterdim kendisine. Madem bu dünyadan ayrılmayı kafaya koydun, neden intihar etmedin de yanında hiç tanımadığın insanları da beraberinde götürmek istedin? Tek başına bu dünyadan ayrılmayı gözün yemedi mi ? Yoksa örgütün sana "özel" olduğunu mu söyledi? Evet, o kadar özelsin ki, bir mezarın bile olmayacak. Gün gelip kafana pisleten aynı kuşlar şimdi etrafa saçılan parçalarını afiyetle yiyecekler.



Şerefini sattın anladım da, insanlığını hangi bomba niyetine saydılar? Kalabalıkları meydanda kaçırıp, insanların gözünü korkutmaksa niyetin, biz burdayız kaçıp giden sensin. Sayende Taksim hiç olmadığı kadar kalabalık olacak. Ve insanlar birbirlerine şu soruyu soracak ; "Taksim'e ilk otobüs ne zaman?"

29 Ağustos 2010 Pazar

Kloral tablet.


Kaybolan sözlerin kadar yoksun hayatta, küçük dostum. Sadece bir gölge gibi asılısın evinin duvarında. İnsanlara ulaşmaya çalıştıkça kendi ördüğün dikenli tellerin elini kestiğini görmeyecek kadar da körsün. Uydurduğun hikayeleri bile yarım bıraktın. Kendini sevmezsin ama başkalarının seni sevmesini beklersin. Zamanı gelmişti. İşgal ettiğin zihinler, inkar ediyor seni. Büyümek istedin, başkalarına yukardan bakarak. Şimdi ben bile sana büyüteçle bakıyorum. Kimse görmesin diye perdelerini sıkı sıkı kapatıyorsun ama kapın ardına kadar açık. Beni sevmeyebilirsin, beni suçlayabilirsin. Ben seni seviyorum küçük dostum. Ödevimi gösterdin bana. Seni tanıdığımdam beri, aldığım bu mesafeyi sana borçluyum. Sana karşı olmak madem yasak, ben yasakları severim bilirsin. Unutma ki, insanların özgürlüğünü elinden alarak özgür olamazsın. Ruhu dilsizler ülkesi yaratma çabasındasın, tüm nefesini buna harcıyorsun, nefsini çiğneyerek. Boşunadır bu çaba. Bana benzeyin diyorsun, emir kipinde süslü cümleler kuruyorsun. Bilmezsin ki, saygı göstermek insana fikrini sormak erdemliktir. Brecht sanki senin için demiş badanacı diye. Senin burada yerin yok küçük dostum. Bize uzaktan bakıp el sallayacağın günler çok yakında, o zamana kadar kal sağlıcakla.

22 Ağustos 2010 Pazar

Hayalet karakter


Sonuna gelince başını unuttum,

Kaç kere yürüdüm aynı yollarda

Boğuldum kaç kere, kelimeler yuttum

Bu isyan bağımlılık yaptı bende

Düzenini bozduysam, özür dilerim

Dağınıktı her yer zaten ben geldiğimde

Her günahtan pay aldın,

Hisselerin çoğaldı, gözünaydın

Bir yanlışlık olmalı

Gelecekten bahsediyorsun bana durmadan

Geçmişe dönmek isteyen sen değilmişsin gibi

Sen şimdi konuş hala olduğun yerde

Kendine anlat yalan hikayelerini

Uzun değil ömrü gücünün

Tükendin artık,Daha da çirkinleştin, çirkefleştin.

Teslim ol, bitti zamanın

Neden bana bağırdığını şimdi anladım

Bu siren seslerini bastırmak için

Yenildin, kabul et pinokyo!

Burnun çoktan yere düştü.

Ve dağıldı dört bir yana.

Tıpkı insanlığın gibi.

10 Ağustos 2010 Salı



Sana yolculuk yapmak istiyorum.
kes yüreğine giden bir bilet ; '' can '' kenarı olsun."
CEMAL SÜREYA

1 Ağustos 2010 Pazar

Kendine düşman.


Seni de öldürdüler,
Hiç direnmedin bile,
Bizi ihanetle suçladın,
Oysa ihanet eden sendin kendine.
Biliyorsun farkındasın her şeyi,
Kendini savunmanı istesem senden,
Ömür boyu konuşur hiç susmazsın.
İnsanlığa gelince konu,
Ölene kadar konuşmazsın.
Sen hala otur pencere kenarında,
İzle hayatlarını insanların,
Tek kişilik yalnız dünyanda,
Hep aynı olsun günlerin,
Dünde, bugünde, yarında.
Ve olmasın senin bundan bir şikayetin.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Düşsel Seanslar


Düşsel seanslar
Paylaş
Dün, 23:56 | Notu Düzenle | Sil


Şikayetçi miyiz durumdan?
Yoksa ilkbahar yeni mi başlıyor birileri için?
Soğuk bedenler uyanmıyorlar,
Güneşten yansalar bile inanmıyorlar.
Tahtadan kutular yaptırdılar.
Zamanı gelince dikilecek herkes başında,
O zaman farkına varacaksın,
Kim yanında duruyor, kim karşında?
Düştüğün boşluktan kurtulabilmen için,
Uzanan bir el olmayacak,
Bir imza istenecek senden.
İsmin bile sorulmayacak,
Ortak yazgımızda senin de katkın olacak.
Mühim bir iş başarmış gibi gezeceksin ortalarda,
İradesizlerin senin iradenle nasıl alay ettiğini
Hiç görmeyip, hiç bilmeyeceksin.
Senin ismini hatırlamadıkları için,
Tüm tanıdıklarına kızacaksın.
Zaman geçtikce bakacaksın ki,
Sen kendini bile unutacaksın.

25 Temmuz 2010 Pazar

Yine mi sessizlik?


"Suskunuz evet. Konuşmaya da pek niyetimiz yok. Hep bir şeyler saklıyoruz dudaklarımızın ucunda ve yutuyoruz söylememiz gereken kelimeleri, boğazımızdaki düğüm bu yüzden. Bizim yerimize konuşmasına izin verdiğimiz her kişi, bizi biraz daha sessizliğe itiyor. Kelime darağacımız genişledikçe cümlelerimiz kısalmaya mı başladı ne? Anlatsak da anlamayacaklar diyoruz belki de. Ama anlatmayı hiç denemiyoruz. İçimizde biriktirdikce her şeyi bedenimizin daha da ağırlaştığını neden itiraf etmiyoruz kendimize.Başka kişilerden arakladığımız kelimelerle değil, kendi cümlelerimizle varolabilecek miyiz? Bırak sesin başka seslere karışsın ama yeter ki bir şeyler söyle dünyaya. "

12 Haziran 2010 Cumartesi

UZAK YAKINLIK



Soruyordun
İlkyaz işte
Uyanıp bir bahçeyi dinliyoruz
Tenhalık böyle

Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırıp dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun.

Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan
İkimizdik, iki kişi değildik
Bakıyorsak birlikte bakıyorduk gözlerimin içine
Birlikte gözlerinin içine bakıyorduk senin
Yanlıştı, doğruydu, hiç bilmiyorum
Sanki bir bakıma ayrılık böyle.

Karşılıklı otursak da ne zaman
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi
Bir tırnak yeşilinden gerisin geriye
Ayak bileklerimizden gerisin geriye
Bütün bunlar gereksiz, bilmiyorum sanma
Gereksiz ama yalnızlık böyle.

Edip Cansever

10 Haziran 2010 Perşembe

Kıralım kalpleri, bakalım keyfimize.



Farkında mısınız söylediğiniz sözlerin karşınızdaki kişinin kalbinde yaralar açtığını? Önemli kararlar alırken kaç kere düşündüğünüzü hesap edin, bir de konuşmadan önce kaç kere düşündüğünüzü? Ne kaldı geriye?

3 Haziran 2010 Perşembe

Dünyanın tam ortası


Savaşın nasıl olduğunu görmek için,
Buyrun, buraya cehennemin ortasına gelin,
Senden tek bir şey isterim o zaman,
Ailemi, evimi bana geri verin.

Ben de koşmak isterim senin gibi,
Ama eksik iki bacağımdan biri,
Bomba sesini sen hiç duymamışsın,
Bense duymadım başka ses doğduğumdan beri.

Büyüklerim gökyüzünün mavi olduğunu söylüyorlar
Burada her yer gri, her yer toz duman
Tanıdıklarım birer bire ölüyorlar
Soruyorum kendime :”Benim sıram ne zaman?”

Diğer çocukların varmış oyuncakları, ailesi?
Üzüntü ve gözyaşı nedir bilmemişler hayatlarında
Peki benim bu yaşadıklarım neyin nesi?
Dünya çocuklarına mektuplar yolladım kuşların kanatlarında

Eşit olduğumuzu söyleme sakın
Senin toprağın mis kokar, benimki kan.
Sen yağmur yağarken bile evine sığınırsın.
Ben üstüme kurşun yağsa bile kaçamam.

1 Haziran 2010 Salı

Barışı boşver, savaştan ne haber?


Güzeldi her şey silahtan önce
Yaşıyorduk insanlarla bir dargın bir barışık
Silah ürettik namlusunu insanlığa çevirdik
Nice ruhlar asılı kaldı silahın ucunda
Sözümüzün bittiği yerde
Kurşunla savunduk kendimizi
Barış getirdik size
Yağacak birazdan üstünüze
Ölü çocuklar yaşar şimdi sokaklarda
Hergün yeni arkadaşlar katılır aralarına
Yeni ölümler getirdik size masum insanlar.
Bakın silahlarımıza ne kadar da parlaklar.

18 Mayıs 2010 Salı

Ruhsal Cinayetler




Girdiği her ortam içinde az bilip çok konuşan, bahsedilen konular hakkında zerre kadar fikri olmadığı halde insanlar tarafından fark edilmek için bir ilkokul talebesi gibi her konuşmada parmak kaldırıp söz almak isteyen insanlara rastlarız.

Dikkat ! Bu türlü insanlardan görüldüğü yerde kaçılmalıdır. Böylesi ortalama bir kişiliğin insanlardan beklentileri şu şekildedir:

• Küfür edip saygı görmeyi beklemek,
• Yaşam enerjisini kendi geliştirmek yerine başkalarını eleştirmeye harcamak
• Başkalarına hakaret ederek, içindeki boşluk duygusunu gidermeye çalışmak
• Her türlü sosyal sorumluluktan kendini muaf tutmak
• Düşünürlerin sözlerinden alıntı yapmak ve alıntı yaptığı sözlerle birebir çelişmek
• Kendine haksızlık yapıldığında “panter” kesilen, aynı durum başkalarının başına gelince “kedi” oluvermek

Ve liste uzar gider…

Ben bu insanlardan korkuyorum. Söyleyeceklerinden, yapabileceklerinden korkuyorum. Yere düşen insanları elleri kirlenir diye görmezden gelip kahkahalar eşliğinde yanlarından es geçip gitmelerinden, korumaya çalıştıkları değerler uğruna gözlerini kör etmelerinden, yaptıkları her şeyin doğru olduğunu iddia etmelerinden, insanların kalplerini kolayca kırıp kırık kalpler koleksiyonu yapacak kadar işi büyütmelerinden çok korkuyorum.

Öyle bağırıyorlar ki ses tellerini yırtarcasına. Sesleri, diğer sesleri bastırsın diye bütün bunlar. Hatalarının kimse tarafından fark edilmesin diye o haykırışlar. Korkuyorlar ve yapabildikleri en iyi işi yapıyorlar : Bağırıyorlar! Hep onların tarafında olmak zorundaymışsınız gibi hissetmesini sağlamaya çalışıyorlar. Ama bir bakıyorsunuz ki, onların peşinden hiç ayrılmayıp hep destek veren sadece gölgeleri oluyor. Bu noktaya gelebilmek için çok mu çaba harcadılar ya da doğuştan mı böyleydiler diye sormak geçiyor insanın içinden. Önyargıları neyi emrederse onu yapıyorlar ve kendilerini rahat hissetmenin hiçbir şeyi kafalarına takmamak olduğunu düşünüyorlar.


Onları olduğumuz gibi kabul etmemizi istiyorlar ama önce önlerinden hiç ayrılmadıkları o dev aynalarını onların elinden çekip almalıyız ve gerçek aynayı tutmalıyız yüzlerine. Sarımsağı gören vampir gibi kaçarlar belki, ne dersiniz?

5 Mayıs 2010 Çarşamba

"Tam Bağımsız Türkiye" dedikleri için asıldılar.




Onların ki suç değildi, sadece birileri tarafından unutturulmaya çalışılan o onurlu cümleyi hatırlattılar. 3 kelimeydi, 3 canı astılar.

TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE

6 Nisan 2010 Salı

Eller yukarı!


Eksik kalıyor düşüncelerin, zırhını bürünüyorsun herkese karşı. Önüne çıkan herkesi ve her şeyi ezip geçiyorsun, yıkıyorsun. Hep alıyorsun, hiçbir şey vermeden! Metalaştırdığın her şey sana göre sevgiden daha önemli. Hayvanlar ölebilir, öldürülebilir, işkence edilebilir canlılardır senin için. İnsanlarda öyle. Ağaçların gökyüzüne uzanması yerine, keyfin için golf sahasına dönüştürülebilir ya da betonlaşan şehre sende bir tuğla koyabilirsin. Yeşili özlediğin zaman da Washington’lı Franklin’li banknotlarına bakarsın. Ağrıların için bir avuç dolusu hap yutarsın ama düşünce kabızlığına hiç çare aramazsın.


Kendini savunmak için belinle silahla geziyorsun. Bilmiyorsun ki, kelimeler kurşunlardan daha etkilidir, daha çok can yakar. Açım diye bağırıyorsun öğle yemeği saatini kaçırdığın için, dünyada açlığın ne demek olduğunu senden çok daha iyi bilen 800 milyon kişi yaşadığını görmezden geliyorsun. Yere tükürüyorsun sonra da bana doğanın güzelliğinden bahsediyorsun. Ben sana nasıl inanayım söyle?


Hep “namuslu” olduğunu söylüyorsun bana. Ve bununla gurur duyuyorsun. Niye sürekli aynı şeyleri tekrar ediyorsun, kime neyi ispat etmeye çalışıyorsun. Yoksa şüphen mi var kendinden? Sürüden ayrılmak korkutuyor seni. Sesin, sürünün sesine karışsın istiyorsun. Böylelikle fark edilmiyorsun ve kendini güvende hissediyorsun. İhtiyaçların, herkesten önce gelir. Mevcut koşullar içerisinde hep sen sivrilmelisin, herkes senden aşağıda olmalı ve sen onlara yukarıdan bakmalısın.

Sen bir yargıçsın dostum! Yargıladığın kişileri aklının odalarına hapsettin! Kendinden başka kimseye özgürlük tanımıyorsun. Beynindeki bu uğultu, sana bir şeyler anlatmaya çalışmış insanların sesi. Düşmemek için uçurumun kenarına sıkı sıkı tutunan insanlarla nasıl dalga geçtiğini gördüm. Öyle çirkin gülüyordun ki, bakamadım bir daha yüzüne.

Başkalarını aşağılıyorsun, küfür ediyorsun. Çünkü böyle kendini daha iyi hissediyorsun.
Bana başkasının fikirlerini referans gösteriyorsun. Ben senin fikirlerini duymak istiyorum. Sahi hiç senin kendi fikirlerin oldu mu? Kimsenin etkisi kalmadan düşünebildin mi?


Şimdi sen benden saygı bekliyorsun, ben de sana hadi ordan diyorum!

30 Mart 2010 Salı

Kitaplardan yaptığım alıntılar-1

"Halkların, dolar tutkusu üzerine kurulu bir dünyanın öncüsü Kuzey Amerika ile, sefil ve hazin bir körebe oyunu içinde, el yordamıyla bir şeyleri yakalamaya çalışan Güney Amerika." Jean Cormier- Che Guevara

"Emekçi bencil olduğundan paylaşımdan elinden geldiğince fazlasını almak isteyecektir. Kapitalist de bencil olduğundan, bu paylaşımdan elinden geldiğince fazlasını almak isteyecektir. Sermaye ve emek arasında bir çıkar çatışması söz konusudur." Jack London-Demir Ökçe

"Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya." Kemal Tahir-Esir Şehrin İnsanları

"Şu demek ki azizim, herkes vatan kurtarmaya çıkar. İttihatçısı da, Jön Türk'ü de, bilmem kimi de, hep vatan kurtarmak çabalamasındadır." Kemal Tahir-Esir Şehrin İnsanları

"Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi." Gabriel Garcia Marquez- Yüzyıllık Yalnızlık

"Hedefler mi? Hedefler kültürün içindedir, havanın içindedir. Siz onları solursunuz. Beraber büyüdüğüm bütün delikanlılar aynı hedefleri soludular. Hepimiz Yahudi gettosundan daha ileri tırmanmayı; başarı, zenginlik ve saygınlık elde etmeyi istedik. Bunları herkes isterdi! Hiçbirimiz oturup kendimize hadef belirlemeye çalışmadık; onlar zaten önümüzdeydi, zamanımın, arkadaşlarımın, ailemin doğal sonuçlarıydı." Irvın D. Yalom-Nietzche Ağladığında

21 Mart 2010 Pazar

Düzen dediğin nedir ki?




Basit ve kolay bir düzeni bu kadar zorlaştırmak birilerinin görevi olmak zorunda mı ? Bütün kullanılan teknik terimler,grafikler aslında insanların kafasını karıştırmak için birer illüzyondan ibaret. Eğer içinde bulunduğumuz her şeyi “dünya barışı,açlığı yok etme” için yapılıyorsa ve gerçekten sizde buna inanıyorsanız,neden günde 24 bin insan açlıktan ölüyor? 2008 yılında ülkelerin silahlanmaya harcadığı para 1.5 trilyon dolardı.Ve silahlanma ve açlık birbirine paralel bir şekilde artıyor.
Kesinlikle ters giden bir şeyler var.Peki biz niye bunları fark etmek yerine,burnumuzun dibinde olan olayları görmüyoruz? Cevabı çok basit , çünkü hiç kimse bu olayları bize anlatmıyor ,göstermiyor. Bu kördüğümü görmek,çözmek ve anlamak sadece sizin kişisel çabanıza bağlı.



Dünya toplumlarını sömürmek için yaratılan hipotezlerin hep bir tarafları eksik kalıyor. Yerinde tespitlerle ‘sömürge’ ülkelerin ipliğini pazara çıkarmak her ‘sömürülen’ ülke vatandaşının birincil görevidir.Eğer dünyanın gerçekten kusursuz bir biçimde yönetildiğini düşünüyorsanız,bu yazıyı buradan sonra dikkatle okumanızı tavsiye ederim.


Medyanın bize “son dakika” haberi olarak sunduğu haberlerin aslında sabun köpüğü gibi geçici olduğunu farkına varmalıyız. Çünkü medya hiçbir zaman bize yararlı ve gerçek bir bilgi sunmaz.En önemli bilgileri kendisine saklar.Dünyada ve ülkenizde olan biten olaylar sadece televizyonda ve gazetede gördüğünüz haberlerden ibaret sanırken aslında gerçekten bilmeniz gerekenler size hiçbir zaman söylenmez.Siz ise her şeyden haberdar olduğunuzu sanıp gördükleriniz hakkında fikir yürütür,bir sonuca varmaya çalışırsınız. Kimin nasıl yemek yaptığı ,nasıl şarkı söylediği yada kendine evlenmek için nasıl bir uygun eş aradığı üstünüze vazifeymiş gibi izlersiniz.Bunların hepsi illüzyondur aslında,bazı şeyleri fark etmeyelim diye.

Öyle bir hale getirirler ki sizi ,yıpratılan değerlerimize sahip çıkmayı söyleyenlere deli gözüyle bakarsınız çünkü size göre her şey normaldir. Kahvehanelerdeki kalabalıklar vakit öldürmeyi tercih ederler, kütüphanelerdeki kitaplar ise kaderlerine razı olurlar.Her sokakta mantar gibi türer kahvehaneler.Kütüphanelerin kapılarına ise kilit vurulur kimsesizlikten.


Pazarlama mantelitesiyle “değişim”den bahsederler.Bu sadece toplumu kendi istedikleri şekilde yönetmekten,kendi karlarını arttırmaktan başka bir şey değildir.Size sunulan ürünü almak zorundaymışsınız gibi hissedersiniz.


Size bazı şeyler anlatırlar ve buna inanmanızı isterler.Buna karşılık tam bu düşüncelerin karşısında duran başka paradokslarda vardır.Kafanız karışır,hangisine inanacağınızı şaşırırsınız.Sizden seçim yapmanızı isterler.Ve size doğru gelen şeyi seçersiniz oysa ki onun diğerinden farkı yoktur, özünde aynıdır.


Bir kişinin tam olarak ne düşündüğünü elbette bilemeyiz ama o kişinin yaptıkları bize ne düşündüğe dair ufak ipuçları verir.O ipuçlarını toplayarak fikir yürütmek ve kişinin nasıl bir karakter olduğunu çözmek biraz zaman ve sabır gerektirir.Siz bunları çözmek için uğraşırken perdenin arka tarafındakiler ise olan bitenden son derece rahatsızdır. Gerçekleri görmememiz için yolumuzun üstüne kalın perdeler çekilmiş ,perdeyi aralayarak bakanları bile ifşa edip suçlu ilan ediyorlar.



Borç ,rüşvet ve tehditlerle sindirip toplumları kukla gibi oynatmak varken birilerinin çıkıp buna hayır demesi dünyayı yönetenlerin hoşuna gitmez elbette.


Dünya nüfusunun sadece %1’i dünya kaynaklarının %40’na sahiptir.Diğer yandan da dünya nüfusunun %50’si günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşıyor.Bu aradaki fark gün geçtikçe daha da büyüyor.Köleleştirilen insanlar susmaya mahkum ediliyor,konuşturulanlar cezalandırılıyor.Hani insan hakları,eşitlik ve sözde dünya barışını sağlamak için kurulan uluslar arası kuruluşlar? Onlar aslında insanların gözlerini boyamak için kurulmuşlardır,ezilen ulusları değil emperyalist ülkelerin çıkarlarını korurlar.Siz bu kurumları medya aracılığıyla tanır,onların soruna çare olacağını düşünürsünüz.Ama onlar açlığı,sefaleti önlemek için değil bu sorunları diğer ülkelere de yaymak için vardır.


Adam Smith’in yarattığı ideolojinin bugün artık değerini yitirmediğini kim söyleyebilir ?
"Bırakınız gitsinler bırakınız yapsınlar" sözünün uygulayarak dünyanın nasıl çürüdüğünü hep beraber görüyoruz. Kendi emperyalist ülkelerine ‘özgürlük’ isteyenlerin başka ülkelerin özgürlüklerinden çaldıklarını görmüyor musunuz?


Fena halde kandırılıyoruz daha da fenası kimse kandırıldığının farkında değil.


Ve şunu unutmayın ki,kimse savaşları durdurmak dünya barışını sağlamak istediği falan yok.Çünkü savaşlar bir avuç insanın çıkarını koruyan düzeneklerdir.Abd niye bu kadar savaşları seviyor sanıyorsunuz?Kendi petrol ve şirketlerini zengin etmek için. 21.yüzyılda bütün savaşların tek galibi silah şirketleridir.ABD silah harcamalarının yüzde 45`ini tek başına gerçekleştiriyor.Silah ticaretinden kazandığı paraları 3.dünya ülkelerini daha da sömürmek için harcıyor.


Gerçekleri görmek için tarihe şöyle bir göz atın ,bütün aradığınız cevapları bulacaksınız.


Bildiğiniz her şeyi insanlara anlatın ,bilgi paylaşılınca değerlenir kendine sakladıkça değil.

9 Mart 2010 Salı

Yolculuğun en güzel hali.


Tüm o söylediklerinizin bir başkası için hükmü yok aslında.
İnandırmaya çalışmayın kimseyi. Zira karşınızdaki istemedikten sonra, emek ve zaman kaybı olarak geri dönecektir her yaptığınız.

Siz öğrenmeye, öğrendikçe gelişmeye, geliştikçe anlamaya başladıkça her şeyi, daha çok uzaklaşırsınız dünyadan.Fikirleriniz değişir, siz değişirsiniz. Hissettiğiniz bilgi açlığını hiçbir kitap doyuramaz.

Bilinmeze doğru atılan adımlar her daim heyecan verir kişiye. Dünyayı keşfetmeye başladıkça, kendinizi keşfedersiniz aslında.

Sonra dünyadaki insanları izlersiniz hayat pencerenizden. Sizin tattığınız duyguların hiçbirini tatmamış zaten tatmak istemeyen, bilgiyi hap gibi yutup vaktini başka aktiviteler için harcayan, öğrendikleri hep kafi gelen, zamanı ve kendilerini yavaş yavaş öldüren insanlar görürsünüz.

Bütün gücünü başkalarının hayatlarını dillerine pelesenk edenler daha çok kabul mü görüyor dersiniz?

Kalem tutan ellerin, kumanda tutan ellerden üstün olması dileğiyle!

Bilinmeyen tarihin çok bilen insanları.



Tarih, kendini haklı çıkarmak isteyenlerin oyuncağı değildir. Maalesef son birkaç senedir insanlar hiç bilmedikleri konular hakkında bir tarihçi gibi konuşabiliyor, insanları yargılayabiliyor.Hayatı boyunca kitapları sadece uzaktan seyredenler şimdi kalkmış size ders vermeye çalışıyor. Tarih, kaynağa, araştırmaya dayanır. 3.kişilerden duyduğunuz fısıltıları başkasına aktarmak değildir.

Hadi diyelim ki çok kitap okuyorsunuz. Kütüphaneniz kitaptan geçilmiyor. Yine hatalısınız. O kitapların size kattığı hiçbir şey olmamış çünkü. Siz sadece ezbere dayalı çalışmışsınız tarihi. Yorumlamadan, düşünmeden çıkmışsınız bu bilinmeyen yolculuğa.

Yazdığımız makalelerin içine birkaç tane yabancı terim ekledik mi, değmeyin keyfimize. Tarih profesörü oluveririz. Ve inanırız buna. Ya da sevdiğimiz yazarların birkaç makalesini okur, egomuzu bulutlardan toplarız. Altı çizili cümleleri, günlük konuşmalarımızda eşe dosta anlatırız kendimiz düşünmüşcesine. Toplumda sivrilmek içinde kullanırız tarihi. Kendimizi diğer insanların üstüne görmek için basamak yaparız kendimize. Ama basamaklar çöker, sağlam bir temele dayanmadığı için.

Biz tarihin sadece kendimize uygun kısımlarını görüyoruz. Yüzümüz bize yabancı gelen tarihe karşı diğer tarafa çevrili. Kitaplarda her şey yazıyor değil mi? Bizim düşünmemize ne gerek var.

18 Şubat 2010 Perşembe

Sıfatlar ve İnsanlar


Hepimiz yaptığımız ve yapacağımız her şeyi bir sıfata uygun olarak yapmaya çalışıyoruz. Sıfatlara layık olmak için bu çabamız. İyi bir insan, çalışkan ve başarılı bir öğrenci, titiz ve temiz ev hanımı…

Bilmeden ve istemeden kendimizi bu sıfatlar dünyasının içinde buluyoruz. Bu dünyada herkese yetecek kadar “sıfat” var, çeşit çeşit. Kelimeleri insanların üstünde nasıl durduğuna bakmadan yapıştırıyoruz, kimseye sormadan. İşin kolayına kaçmak aslında bu. Hiç tanımadığımız, konuşmadığımız ve konuşamayacağımız insanlara da yapıyoruz bu oyunu. Pek bir memnunuz bizden başka herkese bir kelime ile seslenmeyi; cahil, aptal, saygısız.

Herkese kötü sıfatları layık görürken, kendimize en güzellerini ayırmamızda üstümüze yoktur. Öyle sahipleniriz ki onları. Kimsenin kullanmasını istemeyiz, bizimdir hepsi ve bizim olmalıdır. Her kim cümle içinde kullanırsa “bizim sıfatlarımızı” sürgün edilir hayatlarımızdan.

İsminiz unutulabilir, size yakıştırılan sıfat ise asla.
Bir ömür boyu yakamızda görünmeyen bir rozet gibi taşırız onu.

Zordur yazmak!



Konuşurken alabildiğine cesur insan, yazarken de bir o kadar çekingen. İp gibi dizilir boğazına insanın kelimeler kalemden satıra akana kadar. Yazabilenler için ise durum farklıdır. Bazen yazamaz insan. Kelimeler uçar gider kalemi her eline aldığından aklından, o an anlar ki insan; yazamamak, yaşamamaktır!

Tanıdığımız kelimeler yabancılaşır aniden. Cümle içinde kullanılmamak için birbiriyle yarışırlar adeta. Direnirsiniz hepsini özenle seçersiniz, bir hikaye, düşünce, birkaç manalı söz yazmak istersiniz. Çok masum bir istektir bu. İçinizde biriktirdiklerinizi artık söze dökme vakti geldiğinde, yazma isteğiniz hayal dünyanızın önüne çekilen kelime bendine karşı galip gelir.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Bir pazar sabahıydı, Ankara kar altında.


24 Ocak 1993. Bir pazar sabahıydı, Ankara kar altındaydı. Ve bugün 24 Ocak 2010. Günlerden yine pazar ve yine Ankara kar altında. Seni öldürenler, gerçeklerin üstüne kar gibi örttüler karanlığı. Okuyorum kitaplarını. Hiç eğmemişsin kalemini, hep gerçekleri yazmışsın. Öyle güzel yol çizmişsin ki biz gençlerin önüne her daim fikirlerin yaşayacak biz hayatta olduğumuz sürece. Şiirde yazdığı gibi :"bir keskin kalem, bir kırık gözlük,yürekli yiğitlere hatıran olsun."

19 Ocak 2010 Salı

Katilleri "kahraman" yapan başka bir ülke var mı bildiğin?



Namlu sadece öldürülmek istenen kişiye mi doğrultuluyor yoksa bütün insanlığa mı? O namludan çıkan her kurşun ölen kişi gibi bizimde canımızı yakıyor. Öldürülenin "insan" olduğunu ne zaman farkına varacağız? Kimleri alkışlıyor bu çirkin eller ? Kimi savunuyor bu tutulası diller? Her kim katilleri savunuyorsa veya öldürülen kişiye lanet okuyorsa, o çirkin suratına aynada bir daha baksın. Daha kaç tane "can" gerekli sizin o doymak bilmeyen nefretinizi doyurmak için? Bir bakıyorsunuz ki katiller "kahraman" oluvermiş, lüks otellerde ikamet etmekteler. Kimse öldürüleni konuşmuyor, unutturulmak isteniyor bütün bu yaşananlar. Adalet hep katiller için işliyor. Gidenleri ise herkes unutuyor. Gazetelerde, televizyonlarda hep "kirli" isimleri görüyoruz, katiller "adam" yerine koyulurken, suçu olmayan insanlar için mezarlar layık görülüyor. Katilleri savunan zihniyete bir kez daha soruyorum :" O namlunun hepimize doğrulduğunu görmeyecek kadar kör, bu isyanı duyamayacak kadar sağır olmak için ne kadar emek harcadınız kendiniz için?"

Öldürülen bütün "insanlarımız" içindi bu yazı, öldürmeyi sevenler için değil!

13 Ocak 2010 Çarşamba

Bir kitap tavsiyesi



Maxime Chattam, fransız gerilim-polisiye yazarı.Kendisine 2.Jean christophe grange gözüyle bakılıyor.Neyse konumuz bu değil.2006'da çıkarttığı Kaosun Sırları adlı kitabı herkese tavsiye etmeyi bir borç bilirim kendime.Okuduğum gerilim-polisiye kitaplar arasında hiç beklemediğim kitap sonu ile ağzımın birkaç karıştan daha fazla açtıran, fizik kurallarını yerle bir etmeme sebep olan bir kitapdır.Yeni dünya düzeni, Abd başkanlarının sırları, ülkelerin çıkar ilişkileri vs.

Bir kere okumaya başlayın, kitap elinize yapışacak ve birkaç içinde bitereceksiniz.Nereden mi biliyorum, ben bunun en canlı örneğiyim :) Herkese bol edebiyatlı günler.

12 Ocak 2010 Salı

İki şarkı, iki farklı dünya


İlk şarkımız Yann Tiersen'den La boulange.Kalan ömrümde -o süre ne kadar bende bilmiyorum- sımsıkı sarılacağım şarkılardan biri.Her düştüğümde elimden tutacak, başkalarına dinlettirdiğimde onlarlar beraber aynı heyecanı duyacağım bir şarkı şüphesiz.Yann Tiersen gibi müzik dehasının bu şarkısını ve onu tanıdıkca her şarkısını dinlemenizi tavsiye etmeyeceğim çünkü siz bu şarkıyı dinledikten sonra her şarkısının aşığı olacaksınız :)

Fransız grup little nemo.Bir arkadaşım sayesinde tanıştım bu grupla.Sadece bir şarkısını dinledim ve o gün bugündür başka şarkılarını dinleyemiyorum aynı şarkıda takılıp kaldım, bozuk bir plak gibi:) Little Nemo'nun blue years şarkısıdır beni benden alan ve eğer dinlerseniz sizi de sizden alacak olan.Bu iki şarkıyı tavsiye eder, herkese müzikli günler dilerim efendim.

'Sade'ce bir fotoğraf



Soluk benizli çocukların çıplak ayaklarıyla koşturduğu sokaklardan geçiyoruz hepimiz.Onlar bizi farkederken, biz ise görmüyoruz-görmek istemiyoruz-onları.Yağmur mevsimleri kapımıza dayandığında bizim için güzel, onlar için çekilmez günlerin habercisi oluyor.Hiç soruyor muyuz onlara kaç çift ayakkabın var diye? Çok mu komik olurdu bu ? Hala soruyor musunuz yoksa?Gökyüzünü kim ağlatıyor ya da gökyüzü kimin haline ağlıyor?

Kategorize edilmiş insan profilleri


Dinlediğiniz müzik, okuduğunuz gazete, siyasi görüşünüz, tuttuğunuz takım etiketlememiz ve etiketlenmemiz için bir neden.Bizden başka herkesi kendimizce oluşturduğumuz kalıba sokuyoruz.Ve sırf bize benzemediği için başkalarını hayatlarımızdan sürgün ediyoruz.Farklılıkları seviyoruz, farklı insanları ise asla.Üstü karalanacak çok isim var, bize benzemediği için.Bugüne kadar çuvaldızı hep başkalarına sapladık hiç acımadan.Hala yapıyoruz bunu ve yapmayada devam edeceğiz.Sonra utanmadan başkalarından sevgi, saygı ve 'insanlık' bekleyeceğiz.Başkalarını darağacına çıkarıp yine boynuna ilmiği geçirecek, altlarından sandalyeyi hızla çekeceğiz.Geriye boşa harcanmış bir ömür kalacak.Tıpkı bir slogan gibi dönüp duracak beynimizde aynı cümle "Bizde herkese yetecek kadar etiket var."

9 Ocak 2010 Cumartesi

Fabrika kızı..



Gün doğarken her sabah
Bir kız geçer kapımdan
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde yorgunca

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi
Sararkende hayal kurar
Bütün insanlar gibi

Bir evi olsun ister
Birde içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeterki mutlu olsun yuvası

Dışarda bir yağmur başlar
Yüreğinde derin sızı
Gözlerinden yaşlar akar
Ağlar fabrika kızı

Oysa yatağında bile
Birgün uyku göremez
İhtiyar anası gibi
Kadınlığını bilemez

Makineler diken gibi
Batar hergün kalbine
Yün örecek elleri
Hergün ekmek derdinde

Gün batarken her akşam
Bir kız geçer kapımdan
Köşeyi dönüp ksybolur
Başı önde yorgunca

Fabrikada tütün sarar
Sanki kendi içer gibi
Sararkende hayal kurar
Bütün insanlar gibi

söz: bora ayanoğlu


Haklarını arayan emekçilerimizin, seslerini kesmek için yoğun bir savaş(!) veriliyor Ankara'da.Kadınlarımız ön safta pes etmiyor her yürekli insan gibi.Ekmek kavgasının en onurlu savaşçıları onlar.Susmayacaklar, susturamayacaklar.